Ahmed Arif’in Ölümü...

Birinci Basın Sitesi’nden bir cenaze daha çıktı; Örsan Öymen, Erdoğan Örtülü, Rafet Genç, şimdi Ahmed Arif. Koca ozan Ahmed Arif, ozan Hasan Hüseyin İkinci Basın Sitesi'nden gitti... Sorardım, sorarlardı.
Nasılsın Ahmed Arif?
İyi olanın avur avur avradını!
Öfkesini de sevincini de hemen belirtir; sözünü sakınmaz. Sevdiklerine saygılı. İlhan Selçuk’un mu adı geçti:
İlhan Selçuk, benim ağabeyim...
Şerafettin Elçi benim ağabeyim...
Şerafettin Elçi, Ahmed Arif, üçümüz yemek yerdik kimileyin birlikte, öyle her yere gitmez, herkesle yiyip içmez Ahmed Arif.
Şerafettin Elçi benim ağabeyim, gideriz, der.
Ruhi Su benim ağabeyim!
Vedat Türkali benim ağabeyim!
Bir Anadolu çocuğunun saygısı, sevgisiyle yaklaşır. Sevmedikleri, hoşlanmadıkları vardır; ölse gitmez yanlarına; iyi anmaz adlarını.
Server TanilIi yurtdışında Ahmed Arif’in 60. yaşıyla ilgili bir toplantı düzenlemek istemişti dört yıl önce. Çok duygulandı buna Ahmed Arif:
—Server Tanilli benim ağabeyim, diyordu, benim kardeşim. Ama olmaz Mustafa, bana pasaport vermezler.
—Sen yap başvuruyu Ahmed Arif, alacağız sana pasaport!
Bir ara niyetlenir gibi oklu; başvuruyu yapacaktı, vazgeçti sonra.
Server Tanilli'yle mektuplaşıp yazıştılar. Tanilli, sonunda “Peki, ne yapalım" dermek zorunda kaldı. Ahmed Arif’in 60. yılı kutlanamadı. 1927 doğumlu, aynı yaştaymışız; bu yıl ikimiz de 64 yaşındayız demek. Kapı bir komşumuz desem yeri. Sayrılansa gelir hemen, ikide bir, kendine özgü yaptığı çiğköfteyi donatıp getirirdi. Yanında yeşillikleri de olur, iki yıl önce o da yüreğinden sayrılandı, saynevine kaldırıldı. Sonunda çıktı, “Bir şeyin yok" demişler. Yine de yiyeceğine, içeceğine titizlik gösterirdi. Yürüyüşünü yapardı. Bakkaldan süt, ekmek almaya çok kez kendi gider, kapıcılara pek bir şey buyurmazdı. Dışarıyla hemen hemen hiçbir bağı yok gibidir. Evinde kitaplarıyla, oğlu Filinta'yla geçer yaşam. Rahmi Saltuk gelince uğrar evine; birlikte bize geldikleri olur.
On beş dakika içinde olup bitmiş ölümü. Bir akşam önce bizim apartmanda bir üstümüzde oturan Serpil Bozer’e gelmiş, sayrıydı o, ‘Geçmiş olsun' demeye. Sabahından sayrılanmış, “Göğsüm ağrıyor” demiş eşi Aynur Hanım'a. Birden soluk alamaz olmuş; çenesi kilitlenmiş. Aynur Hanım, telefona sarılmış sağın çağırmaya. On beş dakika sonra sağın gelmiş, ama Ahmed Arif ölmüş, yetişememiş sağın.
Cumhuriyetin titiz bir okuruydu. Sabahleyin, Çankaya son durağa dek gider, gazetesini alır gelir. Her karşılaşmamızda ayaküstü görüşmeden geçip gidemem. Gözlerimden öper; fazla tutmaz:
Sen benim kardeşimsin: senin işin var, git! der.
Onu artık yollarda göremeyeceğim. Kendi sesinden şiirlerini dinleyemeyeceğim. Pencereden seslenip. ‘Ahmed Arif, Tanilli'den kitap geldi, bir dakika bekle de getireyim!' diyemeyeceğim.
Prof. Hüsnü Göksel’e göre düzel, yani ‘normal’ olanı, yaşamak değil ölümmüş. Anormal olanı yaşamakmış, öyle diyor Hüsnü Göksel:
insan yaşamak için savaşım verir; bunca savaş onun içindir; ölmek için savaşıma gerek yok ki; o doğal o. Ölmek için ekmek parası kazanmaya, sayrıevlerinde yatıp iyileşmeye çalışmaya gerek yok. Yaşamak için gerekli bunlar...
Ahmed Arif işçi emeklisiydi, işçi emeklisi ne alır ki? Eşi çalışmasa geçinemezler bile. Ama Ahmed Arif yokluğunu, yoksulluğunu hiç belli etmedi. Kan tükürdü, “Kızılcık şerbeti içtim!” dedi. 1951 tutuklamasında işkence gördü. Kültlerin başına gelenler onu yüreğinden vuruyordu. Kürtlere eziyet ettiği için Saddam'ı hiç sevmedi.
Hürriyet gazetesinde Yaşar Kemal’in ANAP'a geçeceği yolunda çıkan haber nedeniyle Yaşar Kemal'e çok öfkelenmişti. Sonra Yaşar Kemal'in 12 Mayıs 1991 Pazar günü, Cumhuriyet’te, Hürriyet’in tutumunu eleştiren "Ha desinler Kel Ali'nin bağı var” başlıklı yazısı çıkınca sevinmiş olmalıydı Ahmed Arif; “Hah, şöyle” demiş olmalıydı.
Ahmed Arif’in ölüm haberini, Torbalı'da, Belediye Başkanı Ertan Ömer'in evinde öğrendim. Gazeteci arkadaşım Metin Aksoy da vardı. Daha önceleri şiirlerini yayımlamayan, adını anmayan televizyon, ölümünü duyuruyordu!
Torbalı'da, Muğla'da, Aydında minik seçimleri izlerken öğrendim Ahmed Arif’in ölümünü. Seçimler üzerine yorumlar düşünüyordum. Ahmed Arif’in ölümü üzerine onu erteledim. Ankara’ya dönüşte, yurtdışından Adnan Binyazar’ın aradığını söylediler. Yazın adamı Adnan Binyazar, Ahmed Arif üzerine düşüncelerini hazırlamıştı Cumhuriyet için; birkaç tümcesi şöyleydi Binyazar’ın:
"... öfkeli bir ozan sanıyorlardı seni. Oysa bir çocuğun gözlerindeki sevinci ilk gören sen olurdun. Sevgilerin üzerine yürek çadırını geren sendin; ‘Otuz Üç Kurşun’a göğsünü açan da sen. Tam da kurşun sıkanların ayaklarını yalayanların birbirleriyle yarış ettikleri tarihsel dönemlerde. Değil otuz üç, binlerce kurşun sıkılan taşına toprağına yurdumuzun çiğdem boylu yiğitlerine şiirini kalkan eden sendin...
Daha sürgün veren yüreğin, onun için zulmün karşısında kale oldu. Sevdan gibi, şiirini terk etmedin. Demokrasi yolunda savaşımlar veren gözü yılmaz kitlelerin kılavuzu kıldın. Zalimin zulmü, şiirinin ışığıyla, halkımızın direngen gözlerini söndüremedi...”