Acıyan, Maccan Sığırına Acısın!

Hasan Cemal'in "12 Eylül Günlüğü" yapıtında, Süleyman Bey’in anlattığı bir inek fıkrası var. Çok hoş. Hasan, bu fıkrayı 31 Ocak 1981 günü defterine yazmış, şöyle:
"Dün öğle üzeri Mehmet Dülger’e rastladım sokakta. Demirel'in danışmanlarından halen Başbakanlık Müşaviri, ayaküstü Demirel'in son fıkrasını anlattı:
“Adamın varı yoğu çok sevdiği ineğiymiş. Korkusu ise ineği bir kurdun yemesi. Muska yazan bir hoca bulmuş:
Aman hoca, yaman hoca, benim ineğe bir muska.. Kurt yememesi için.
Muska yazılmış. İneğin başına bağlanmış. Ertesi gün, sürüye kurt girmez mi? Ve yiye yiye sadece bu fukara adamın muskalı ineğini yemez mi?..
Adam ineğin muskalı başını kesip hocaya getirmiş:
Hocam, hocam.. İneği kurt yedi!
Hoca, "Nasıl olur?" demiş. Muskayı almış, açıp okumuş. Ve konuşmuş:
Biz bir yanlışlık yapmışız... Kurdun ağzını bağlayacağımıza, arkasını bağlamışız. Şimdi senin ineği yemesine yedi ama.. Hiç merak etme.. Kolay kolay çıkaramaz."
Fıkraya göre, burada inek, Süleyman bey ya da elinden giden iktidar, kurt da 12 Eylül. Karikatüristler fıkrayı okumuş olmalılar ki, Süleyman Bey'i inek olarak çizmeye başladılar. Sindirimi oldukça güç bir inek...
12 Eylül öncesinde, Süleyman Bey'i en eğır eleştirenlerden biriydim. Çıkıp tükenen kitaplarımda var, Süleyman Bey’in bir daha iktidara gelmiyeceğini, gelmemek üzere gideceğini yazdım. Demokrat olmadığını yazdım, küstü. Karşılaştığımızda, tavana bakarak geçti. 12 Eylül gelince, sustum. Bülent Bey'in de, Süleyman Bey’in elleri, kolları bağlıydı. Eski eleştirilerimi unuttum. Demokrasinin yeniden rayına oturtulması gerekiyordu. Herkese gereksinim vardı. 12 Eylül’den sonra, beş yıl süreyle tüm gazeteciler görüştü. Bir benimle görüşmekten kaçındı. Lütfü Oflaz'a:
Bize çok yaptı, hele biraz zaman geçsin, içime sindireyim de öyle görüşeyim, biçiminde konuşmuştu.
Telefonla görüşüyorduk, birkaç sözcükle:
Süleyman Bey, sizinle görüşmek istiyorum...
Görüşürüz görüşürüz, bahara görüşürüz:
Bahar geldi işte...
Gelecek bahara görüşürüz, bahar tükenmez!
Bir gün de, içi dolu olmalıydı:
Siz, dedi. Bize yardımcı olsaydınız bugünlere gelmezdik!
İnsaf Süleyman Bey, eğer biz yardımcı olmadıysak, kimse yardımcı olmamıştır. Eleştirileri biz kendi çıkarımız için mi yapıyorduk? En büyük katkı bu eleştiriler değil miydi?
Oncağız konuşup kapattık. En yakın yardımcısı belki Turgut Bey'di. Şimdi nerede?
Bir ben değildim eleştiren; Şevket Süreyya Aydemir’in, taa, 21 Aralık 1970’te yazdığı "Gamsızlığın Kurbanı Olabiliriz!" başlıklı yazısı Süleyman Bey’e nasıl bir uyarıydı? Menderes’in romantik, duygulu bir insan olduğunu söyleyen Aydemir, şunları yazar.
"... Onda Menderes'in romantik ruhu, davalarına kendini verişi yoktur. Onun yerine mutlaka bir gamsızlığın, gerçekler karşısında mutlak bir vurdumduymazlığın psikolojisi içindedir. Teşebbüs gücünü yitirmiştir. Olaylara hâkim değildir. Kendi daralmış yönetici kadrosu içinde kendi kendilerini tasdik ederek, kendi kendilerini aldatır durumda görünmektedir. Kısacası iktidar, artık hiç bir şey vaat etmemektedir. Fakat ne var ki, hepimizin, yani milletin içinde bulunduğunu gemiyi göz göre göre kayalıklara sürmektedir. Bu gamsızlığa bir gün milletçe kurban da olabiliriz...
Böyle bir durum karşısında, böyle tehlikeli bir gidiş karşısında, her vatandaşın kendi gücü ve olanakları içinde bu gamsız gidişatı tartışmak ve bu gidişat hakikaten böyle göründüğüne göre de herkesin, her topluluğun, her sosyal veya siyasi örgütün gamsızları uyarmaya çalışmak, gidişatı önlemeye çalışmak, sanıyorum ki hem hakkı, hem vazifesidir..."
(Şevket Süreyva Aydemir, "Kahramanlar Doğmalıydı", sayfa 36-37)
Süleyman Bey, ağzı açılır açılmaz, gezilere başladı. Buna çok sevindim. Tüm yasakların kalkmasını isterim. Düşünce özgürlüğünün gelmesini de... Gelgelelim, İstanbul'da Eyüp Sultan ziyaretleri, camilerde fotoğraflı namazlar, Urfa'da yine öyle; neyin nesi? Bir politikacının bunu yapması din sömürüsü değilse nedir? Yalçın Küçük'ün bir sözü var: "Namaz tek başına kılınır, politika toplu yapılır" gibi bir söz. Süleyman Bey, dini politikaya araç etme huyunu bırakmış gözükmüyor. 141-142'nin de kalkmasını istemez. Bu ne biçim demokratlık? O zaman benden çok eleştiri alacaktır...
SHP İzmir İl Başkanı Şeref Bakşık anlatmıştı bir olayı, şöyle demişti:
"Bir gün İsmet İnönü beni Pembe Köşk'e çağırmıştı, gitmiştim. Kapıyı şoför İzzet açtı. Paşamızın beni beklediğini, yukarıdan inmek üzere olduğunu söyledi. Nedense dudağımdan İzzet’e bir soru yönelmişti:
Mevhibe Hanımefendi de yukarıda mı?
Evet, yukarıda. Namaz kılıyor.
Yanıt beni etkilemişti. Siyasal çatışmalarda karşıtlarınca acımasızca "dinsiz" karalaması yöneltilen İsmet Paşa'nın hanımefendisi evinde namaz kılıyordu. Ve Pembe Köşk'e sık gidebilme durumunda olan ben ve benim durumumdaki arkadaşlarım "namaz kılma" olayını bilmezdik. Çünkü bunu ne Paşadan ne de o evin öteki sakinlerinden öğrenemezdiniz. Ben bir rastlantı sonucu İzzet'e yönelttiğim bir soruya onun verdiği yanıttan bilgi edinmiştim. O soruyu yöneltmeseydim bu olay bile benim için bilinmez olacaktı."
Cumhuriyetin İzmir temsilcisi Hikmet Çetinkaya, 1985 aralığının sonlarında, Şeref Bakşık’la bir görüşme yapmıştı. 27 aralık günlü Cumhuriyet'te çıkan bölümünde, şöyle bir soru ile yanıtı vardı:
"Çetinkaya-İnönü'nün belli ilkeleri var mıydı?
?-belli ilkeleri vardı. Hele ana ilkelerde ödün nedir bilmezdi. Laiklik bir tanesiydi. Din siyasete araç yapıldığında bu yüzden nasıl koca bir devletin yıkıldığını gözleriyle görmüştü. Bu konuda dikkatliydi. Canını sıkan bir şey oldu mu küplere binerdi. En ufak bir ödüne katlanamazdı. Ve tavsiye edene öfkelenirdi. Ve çok kez sırtını o kişiye dönerek, başını çevirerek tepki gösterirdi. Böyle davranmasına yol açan gerekçeyi de bir gün şöyle anlatmıştı.
‘’Biz bir birim ödün versek, karşımızdakiler iki ödün verirler. Biz geride kalmış sayılırız o zaman, ne yapacağız? Bu kez biz üç birim ödün vererek açığı kapamaya çalışacağız. Karşımızdakiler sorumsuz oldukları için, bu kez beş ödün, altı ödün verecekler. Biz yine geride kalacağız. Hep geride kalacağız. Bu yarış bir tırmanma ile sürüp gidecek ve mümkün değil onlara yetişmek, çünkü sorumsuzdurlar karşımızdakile, hazırdırlar ödün vermeye, iyisi mi hiç ödün vermeyiz onların ödünleri de birde ikide kalır böylece. Hiç değilse ülkeyi bir büyük tehlikeden olabildiğince uzak tutmuş oluruz."
İşte bu hayranlık uyandırıcı ödünsüz tavrı nedeniyle İnönü’ye bir ‘dinsiz adam" damgası vurulmak istenmiştir siyasal karşıtlarınca ve bu sürekli biçimde insafsızca işlenmiştir. Oysa İnönü'nün aile yaşamı tam bir sade ve içten din inanışı ile doludur...”
Süleyman Bey yolu açar da Turgut Bey durur mu? O da Nakşibendi Şeyhi'nin elini öptükten sonra ANAP'ı kurmadı mı?
Yazının sonuna geldim. Bir inek fıkrası, da ben anlatayım, geçenlerde SHP'li Cemal Seymen, Fikret Ünlü, Milliyet’ten Teoman Erel bir de ben yarı turistik bir gezi yaptık. Ürgüp-Göreme yöresine, peribacaları arasında dolaştık. Kaya kiliselerini gezdik. Bu yöre volkanik olduğu için ot bitmezmiş, inekler de yayılacak ot bulamazlarmış, Göreme'nin iki adı daha varmış, Maccan bir de Avcılar, Göreme'nin bu iki adı da unutulmuş o yörede şu söz söylenirmiş.
Acıvan Maccan sığırına acısın.