12 Mart Deyince...

Bir süre önce Can Yücel Ankara'daydı arkadaşı Yavuz onu güzelce bir sağlık denetiminden geçirdi. Sonra, İstanbul’a döndü Can. O Ankara'dayken, İstanbul'larda olduğumdan görüşüp, bir “Geçmiş olsun” diyememiştim. Cüneyt Arcayürek de:
Yahu, Can Yücel’e bir gidelim, çok severim ben Can'ı, dediyse de olmadı işte. Gidemedik. İstanbul’da da, çok istediğim halde, Muazzez Menemencioğlu’yla buluşup Bahit Hanım’a gidemedik bir türlü.
Can Yücel, “Mare Nostrum” şiirini, cezaevinde yazdı. Mare Nostrum, Latince “Bizim Deniz” demek. Şiir şöyle:
“En uzun koşuysa elbet Türkiye 'de devrim/O, onun en güzel yüz metresini koştu/En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak.../En hızlısıydı hepimizin. /En önde göğüsledi ipi../Acıyorsam sana anam avradım olsun./Ama aşkolsun sana çocuk, aşkolsun!”
Can'ın şiirini, 4 Ocak 1975’te, Yeni Ortam'da “Mare Nostrum” başlıklı “Ankara Notları“nda yayımladım. Yazının sonu şöyleydi:
“Sabah erkenden Çankaya’dan Kavaklıdere kavşağına dek yürüdüm. Yağmur çiseliyordu. Yüzüm gözüm sırılsıklamdı. Hüzünlü bir hava vardı. Can Yücel'in Mare Nostrum' şiirini mırıldanıyordum.”
“Mare Nostrum” Deniz Gezmiş için yazılmış güzel şiirlerden biridir. Erdal Öz, “Can Yayınları”nda çıkan “Gülünün Solduğu Akşam” adlı yapıtına, bu şiiri de almış(Sayfa 23)..
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, 12 Mart'tan sonra asıldılar. Üçünü de yargılanmaları sırasında gördüm. Resimlerinden tanıyordum onları… Yusuf Aslan'ın babasını tanırdım, çalıştığım yere gelirdi. Yusuf Aslan'ı görür görmez tanıdım, Mamak'ta savunmalarını yapıyorlardı. Yusuf'a sordum:
Deniz nerede?
Buradayım abi! dedi, Deniz. Baktım yanıbaşındaymış. “Ayıp oldu çocuğa” dedim içimden. O zaman ilk kez elini sıktım, sağlığını diledim. Onlar asılalı, dünyamızdan ayrılalı kaç yıl oldu? On beş yıl olmalı. Haklarında yazılanlar, ciltler tutmalı…
Bu konuları yazmaya elim varmaz bir türlü. Bizim çocuklarımızdı onlar, asılmaları yanlıştı. Hiçbir sorunu çözmeyecekti, kimseye anlatamadık!
12 Mart 1971'den önce olmalı, ODTÜ öğrencilerce işgal edilmişti. Rektör Kemal Kurdaş’tı. Türk Haberler Ajansı'nda çalışıyordum. Bir gün Kurdaş, yemeğe çağırdı:
Ne yapayım, jandarma çağırayım mı? diye sordu…
Hayır, yanıtını verdim, çağırmayın!
Ne yapayım?
Kan dökülmesine yol açmayın, görevinizden çekilin! Konuşun öğrencilerle.
Kemal Kurdaş dostumdu. Sevdiğim kişiydi. 27 Mayıslardan beri tanırdım. Çok geçmedi, ODTÜ'yü işgal etmiş olan gençlerden biri, telefonla aradı:
Efendim, dedi, öğrendiğimize göre üniversiteye jandarma girecek bu akşam. Biz, silahlı bir eylemde bulunmayacağız, ama bize ateş edebilirler. Sizin, tarihe tanıklık etmek üzere aramızda, burada bulunmanızı istiyoruz. Bir fotoğrafçıyla gelebilir misiniz?
Ben gelemem, ama bir muhabir arkadaşla, bir foto muhabiri göndereceğim yanıtını verdim. Genç:
Biz içeri kimseyi almıyoruz, gelen arkadaşları tanımıyoruz. Parola ne olsun? diye sordu.
Siz söyleyin, ne olsun?
Ekmekçi olsun!
Peki…
THA’nın muhabirlerinden, şimdi galiba Bursa'da çalışıyor, Yılmaz İşel’i, foto muhabiri olarak da şimdi Milliyet'in foto muhabiri olan Mustafa İstemi’yi görevlendirdim...
Arkadaşlar gittiler; ertesi sabah gelip, röportajlarını yazdılar, resimler gazetelere verildi THA'dan. Anlatıyorlardı Yılmaz'la Mustafa İstemi; geceyarısından sonra, ODTÜ’nün yeraltı geçitlerinde, jandarmanın önünden kaçışlarını…
Olaydan sonra, polis arkadaşlarımızın ifadelerine başvurdu. Olay nasıl oldu, diye. Gidip ifade verdiler. Emniyet Müdürü sık sık sormuş:
Peki, olayda Mustafa Ekmekçi'nin rolü ne?
Bir rolü yok efendim, o bize görev verdi; biz de gidip olayı gazeteci olarak izledik!
Yılmaz İşel, şöyle demişti:
Abi, polis müdürü hep senin üzerinde duruyor, “Ekmekçi'nin bu eylemlerde parmağını arıyoruz” diyor.
Allah, Allah! ne parmağım olabilir? Sonradan öğrendim, emniyet görevlileri, ODTÜ’nün dış kapısına dinleme bandı yerleştirmiş, içeriye giremiyor ama, dışarıyla yapılan konuşmaları dinleyebiliyor. Bizim arkadaşlar, parolayı söyleyince, iz sürüyor, “Bu Ekmekçi'nin bir parmağı olmalı” kanısına varıyor. 12 Mart'tan sonra, iyice mimlenmiştim artık. Yankı'da çalıştığım sıra, Mehmet Ali Kışlalı’nın gidip aldığı gece sokağa çıkma kartım, bir gün sivil bir emniyet görevlisince geri alındı. Hiç bozmadım:
Ben zaten bir yanlışlık olduğunu anlamıştım! demekle yetindim…
12 Eylül'den sonra. Emniyet'te pasaport mu, silah belgesinin uzatılması olayı mı ne, bir işim vardı. Yetkili şubenin raporunu orada gösterdiler Özetle şöyle deniyordu:
“... 12 Mart döneminde, THKO ile eyleme geçeceği haber alınmış, ancak herhangi bir bulguya rastlanmamıştır!” Daha neler var, usunuz durur. Uyduruk bir polis raporu işte!
“Ekmekçi” parolası, başıma neler açmıştı!...
Baskılar sonucunda. THA'daki işimden uzaklaştırıldım, işsiz kaldım. Gece sokağa çıkma kartım da alındığından, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan'ın asıldıktan geceyi izleyemedim. Sabaha karşı Halit Çelenk, telefonla arayıp, haber verdi:
Şimdi geldik! dedi. Eşim Aldoğan yastığa gömülmüş ağlıyordu...
Bu üç çocuk, hiçbir şeyim değildi. Ama onların ölümüne, çok kimse gibi karşı çıktım, ölüm, yol değildi. 12 Mart muhtarası okunur okunmaz, “Bu, bize karşıdır “diyerek, Ankara’dan ayrılmışlardı bir motosikletle. 16 martta yakalanmışlar, 19 martta Ankara'ya getirilmişlerdi. İstifa etmiş Süleyman Bey hükümetinin İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu'nun Deniz Gezmiş’le birlikte çekilmiş fotoğrafları gazetelerde yayımlanmış, bu fotoğraf ile içeriği çok ilgi çekici bulunmuştu o zaman CHP'nin Genel Sekreteri olan Bülent Bey de, “12 Mart bize karşı yapıldı” deyip, genel sekreterlikten ayrılmıştı o sıralar. Bugün 12 Mart'ın yıldönümü!
12 Mart, bir 12 Eylül provasıydı. Halit Çelenk, bir konuşmasında 12 Mart'ın “yarım kalmış bir 12 Eylül” olduğunu söyledi.
Halit Çelenk, “İdam Gecesi Anıları”nda, Gezmiş-Aslan-İnan'ın serüvenlerini anlatır. 12 Mart deyince, neden bu üç çocuk usumdan çıkmaz? Yanlışlıkların başlangıcı da ondan mı? Ölümlerinin yanlışlığı! Gömütleri Karşıyaka'da. Kemikleri çoktan çürüdü! Gömütlerindeki taşlar da yer yer kırık! Tahsin Saraç'ın “Karşıyaka'nın Üç Gülü” şiiri de yapıtta var. Şöyle:
“Asılmış bir al umuttan/Karagücün korku dalında/Şu can topraktaki üç fidan ölü/Ve artık ölmezliğin son boyutundan/Göverir yeşil bahar yağmurlarında/Denizgülü, Yusufgülü, Hüseyingülü/Ölümdür kimileyin kavganın tek ödülü.
Kançiçeği sökünü arkalarından../Açmış böğrünü hepsine ana sıcaklığında/Devrimin kankalesi Karşıyaka gömütlüğü/Ve gençlik günlerine duymamıştık dağından/Bakar, alınlar mavide ve göğüs hep namluda/Denizgülü, Arslangülü, İnangülü/İnanç bir deliçay ki yeşertir bir gün çölü.
Karşıyaka'nın üç gülü/Yürek dalıma gömülü/Karşıyaka'nın üç gülü tüm kançiçekleriyle/Göz pınarıma gömülü.”