Yargıçlar-Savcılar Yüksek Kurulu’nca kıyıma uğrayan yargıçlarla savcıların dava açacak yerleri yok; bakanlıktaki idari memurlar. Danıştay’a gidebiliyorlar da, yargıçlarla savcılar gidemiyorlar. Atamalar da, eskilerin deyimiyle “Karakuşi” biçimde yapılabiliyor. Nasıl mı? Şöyle:
Kuşkusuz bir kişinin, başsavcılığı yaşam boyu olmayabilir: örneğin Gaziantep’te başsavcı olan bir kişi Ankara’ya düz savcı olarak gelebilir; bu görevden alma değildir uğraş kuralları açısından. Ama doğaldır ki, Gaziantep’e atanan kişi nitelik olarak, oradan alınan kişiden daha iyi olması gerekir, hizmet açısından. Bunun gözetilmesi gereklidir. Son kararnamede ise, bunlar hiç gözetilmemiştir denilebilir. Tartışmalar da buradan çıkıyor.
Yargıçlar-Savcılar Yüksek Kurulu 1300 kişilik bir kararnameyi 9-13 eylül günleri arasında, üç gün içinde görüşüp bağladı. Bu yetmezdi. Sadece 1. bölgede -1. bölge, büyük illeri kapsar- çalışanların durumu, Kurul’un en az bir hafta çalışmasını gerektirir boyuttadır. Tek tek incelenmesi gerekir. Diyelim. “A” Erzurum’dan İstanbul’a, Şişli ilçesine başsavcı olarak geliyor. Bunun göreve geldiğinden başlayarak, hakkındaki denetçi (müfettiş) raporlarının incelenmesi gerekir. Bu süre içinde, bu iş yapılamaz. Anlaşıldığına göre, atamalarla ilgili incelemeler yüzeysel yapılmış, derinliğine inilmemiştir. Zaten yarım gün çalışan Yüksek Kurul üyelerinin tüm savcıları, yargıçları tanımaları olanaksızdır.
Bu sürülen, kıyılan yargıçlar, savcılar ne yapabilir? Genellikle, on gün içinde kararnamenin iptali için Yüksek Kurul’a bir dilekçe verirler, “yeniden inceleme dilekçesi” denir buna. Az da olsa, bu yola giden oluyor, ama yaygın değil. Verilen karar değişmemişse, ilgilisine bildiriliyor. Savcı ya da yargıcın burada “itiraz” denilen bir olanağı daha var: İtiraz da Yüksek Kurul’a gelir. ancak Kurul bu kez. “İtirazı İnceleme Kurulu” olarak toplanır, bu toplantıya yedekler de katılır. 7 kişilik Yüksek Kurul, bununla 12 kişiye çıkmış olur. Daha önce, oyçokluğu ile alınmış kararlar varsa 4’e 3; 3’e 2 gibi; katılan yedek üyelerle azınlık oyuna eklenerek, oy sonucu tersine çevrilebilir. Çok az da olsa, bunun örnekleri geçmişte vardır, “itiraz yöntemi (prosedürü)” denir buna.
Keşmekeşe dönen Yargıçlar-Savcılar Yüksek Kurulu’nun bir düzene sokulabilmesi, hukukçulara göre, ana yapının değişmesine bağlı. O da anayasal değişiklik gerektiriyor...
1961 Anayasasıyla şöyle bir düzen getirilmişti: Yargıçlar için “tam bağımsızlık” denilen Tabii (doğal) yargıçlık düzeni... Coğrafi güvenceyi de içeren bir düzendi bu. 1961 Anayasası’ndan, 12 Mart 1971’e değin geçen sürede, “Yüksek Yargıçlar Kurulu” vardı, yalnızca yargıçların işlerine, sorunlarına bakardı. Savcıların işine bakan ise, “Savcılar Yüksek Kurulu” idi, bu, Adalet Bakanlığı içindeydi.
1961-1971 döneminde. Yargıçlar Yüksek Kurulu’nun başkanı Adalet Bakanı’ydı, ama oy hakkı yoktu. Zaten çoğunlukla Kurul’a katılmazdı. Yargıçlar için “coğrafi güvence” tanınmıştı. Yani, bir yargıç, bir yere atandığı zaman, kendi isteği olmadan yerinden alınamazdı.
1960 öncesindeki yargıç kıyımlarına bir tepkiydi bu. Ancak, bunun sonucu bir yerde çok uzun süre kalan yargıçlar oluyordu. Bunun da sakıncaları yok değildi, az da olsa. Ancak, hukukçuların deyimiyle “ideal” bir sistemdi. Aksayan yanlarını düzeltme olanağı vardı.
12 Mart “balyoz harekâtı” yargıyı da tırpanladı. Darbeciler, hep “idareye el koyuyorlardı”, ama aslında yargıya el konuldu. Gerek 12 Mart’ta gerek 12 Eylül’de ilk yaptıkları iş, yargıçlarla ilgili 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiklerini değiştirmek oldu. Ne mi yaptılar? Adalet Bakanı’na oy hakkı verdiler. “Teftiş Kurulu” ile “yargıçlık teftiş sistemi”ni koydular. Şöyle diyorlardı:
Yargıçları bu denli boş bırakmayalım, denetleme sistemine bağlayalım, yargıçları bu denli keyfi bırakmaya gelmez!
Hani bir laf var: “Kızı kendi haline bırakırsan, ya davulcuya varır, ya zurnacıya!” Onun gibi, geri adımlar atılmaya 12 Mart’larda başlandı. Yargıçların “coğrafi güvenceleri” kaldırıldı. Yargıçlar için belli süreler kondu. Savcıların durumu daha da perişandı o zaman. Savcılar Yüksek Kurulu’nun durumu daha da ilginçti, iyice tu kakaydı!
1961 Anayasası’nda savcıların durumu nasıl mıydı? O zaman Savcılar Yüksek Kurulu vardı. Yüksek Kurul, Adalet Bakanı, Müsteşar, Ceza İşleri Genel Müdürü, Personel Genel Müdürü, Yargıtay’dan da iki üyeden oluşuyordu. Ama, bakanlık ağırlıklı bir kuruldu bu. Mehmet Feyyat’ların, Şiar Yalçın’ların çektikleri çileler, verdikleri savaşımlar, tümü Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgiliydi. Savcılar çile çekerlerken, 1971’e doğru yargıçlar rahattı. 12 Mart’tan sonra, çilede eşit oldular. Yargıçlara denetleme (teftiş) yönteminin getirilmesi son derecede tehlikeliydi. Bir yerde, “teftiş sistemi” ile insanları karalamak, sıkıntıya sokmak da olanaklıydı. Onların adı, denetleme sisteminde “yargıç müfettiş”ti. Şimdiki gibi “Adalet müfettişi” değildi. Yani, 1971-1980 arasında önemli bir gerileme oldu; 1961 Anayasası’nın getirdiği düzenden sapmalar büyüktü.
1961-1971 arasında, yargıçların o “tam bağımsızlığı” savcıları da şöylesine koruyan bir düzen içine almaktaydı. Savcı, bazı partizan baskılar altında kaldığı, sıkıştığı zaman “Ben davamı açtım, iş bağımsız yargıçtadır” deyip çıkıyordu işin içinden. Çünkü, yargıcın odasına kimse gelemiyor, kimse baskı yapamıyordu. Bu, bir anlamda savcıyı da koruyan bir yöntem oluyordu. Bu kalkınca, savcılar çok güç durumda kaldılar. Daha kötüsünü görmek için, 12 Mart’ın beteri 12 Eylül’ün gelmesi gerekti...