12 Eylül Fıkraları...

Çanakkale’nin Biga İlçesi’nin Kahvetepe Köyü'ndeki domuz çiftliğinin mühürlenip, domuzların ölüme bırakılması, ülkede nasıl bir gericiliğin başını alıp gittiğini apaçık gösteriyor. Köylerde Kur’an kursları, zorunlu din dersleri sonucu böyle oldu işte! Cumhuriyet'te pazartesi günü çıkan habere göre, çiftliğin sahibi Yusuf Tavukçu, "Bırakın çiftliği, can güvenliğimiz tehlikede" diye yakınıyor. Kahvetepe köyünün 20 yaşındaki İmamı Mehmet Er, cuma hutbesinde "Domuz beslemek günahtır" biçiminde konuşmuş, arkadaşımız Levent Gençelli’nin Bursa'dan bildirdiği habere göre, Biga Müftüsü Eşref Can şunları söylemiş:
... Domuz ile ilgili Peygamberimizin bir hadisi vardır. Bu hadisin meali şöyledir: Domuz yetiştirilmesi konusunda herhangi bir yasaklama yoktur. Zaruret halinde yetiştirilmesinde mahzur yoktur. Beslemenin zarureti de geçim endişesidir..
Domuz çiftliği yakınındaki köyde, din sömürücüleri, çiftliği kapattırma yolları ararlar. Eh, iktidar da, Özal iktidarı. Vali Bey de küplere binip; çiftliğin açılmasına izin veren Biga Kaymakamı ile Hükümet Tabibinin davranışlarına kızarak. "Olaya ben el koyuyorum. Kaymakamınız ve Hükümet Tabibiniz neler yapıyor? Orada domuz çiftliği olmaz" der. Sonunda çiftlik mühürlenir, 56 domuzdan biri ölür. Çiftlik sahibi de Cumhurbaşkanına, Başbakana başvurarak can güvenliğinin sağlanmasını ister.
İstanbul'daki Sinagog kırımından sonra, Biga'da domuz kırımı başlar. Bu gerçekte, gericiliğin hortlamasından başka bir şey değildir. Ülke, şeriat yasalarıyla mı yönetilecektir?
Bir süre önce. Hafize Hanım’ın (özal), bir dergide bir tümcesi gözüme çarpmıştı. Hafize Hanım:
Zorunluluk halinde domuz eti bile yenir... diyordu.
Çoğu cezaevlerinden çıkmış, işsiz güçsüz kalmış pek çok insan, domuz çiftlikleri kurup, çalıştırmak istediler. Bu denli çoğu bağnaz bir toplumda, işlerinin güç olduğunu biliyorlardı. Şu anda, Türkiye'de pek çok domuz çiftliği vardır Muğla'da yerel gazetelerde ilanlar görmüştüm, “Domuz alınır" diye. İster ye, ister yeme, yetiştiriciliğe karışamazsın, kimse karışamaz. Atatürk döneminde, devlet çiftliklerinde, şeker fabrikalarının bulunduğu yerlerde domuz yetiştirilmiştir.
Okurlar da, konuya büyük ilgi gösterdiler. K. Karaçevirgen, yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“… Bu konuda düşündükleriniz doğru olabilir, hatta doğrudur da. Yalnız bir doğru, bir gerçek daha var ortada. Siz önce Türk halkına (yeterli protein alamayanlara özellikle) proteinin önemini anlatın, benimsetin bu konuyu. Bence birinci derecede önemli olan bu. Ondan sonra bu gereksinimlerini nasıl sağlayacaklarına, domuz eti konusuna gelir sıra. Siz işe buradan başlayacağınıza, domuz etinden başlıyorsunuz.
Sayın Ekmekçi, bildiğim kadarıyla köy kökenli değilseniz bile, köylüye çok yakın olan kasaba kökenlisiniz. Türk halkının köylü-kasabalı kesimini iyi tanımanız gerekir. Bu insanlar aç ölür gider de, domuz eti yemez. Daha etin insan yaşamındaki önemini bilmeyen kimselere, siz domuz etinin önemini anlatmaya çalışıyorsunuz. Bu kesimin bu konulardaki değer yargılarını, duyarlılığını ve bilinç düzeyini gözönüne almak gerekir. Gerçekçi olalım lütfen. Sonsuz saygılarımla "
* * *
Turan Güneş birgün, 12 Eylül'ün en civcivli günlerinde Milliyet'e gelir, Genel Yönetmen Turhan Aytul'a çıkar:
Gazete kapanıyor, der Şaşkınlık! Çünkü, diye devam eder, bir Resmi Gazete var zaten. Devletin rekabete ihtiyacı yok diyorlar. O nedenle Milliyet kapanacak
Hasan Cemal. "Demokrasi Korkusu" yapıtında, Turan Güneş'le ilgili bu fıkrayı anlattıktan sonra, şunları düşer günlüğüne:
Gazete kapatmakla bakalım nereye varacaklar’’
Hasan Cemal'in “12 Eylül Günlüğü”nde, fıkralar çok hoşuma gitti. Kitabı okutturan da, gülmece öğesine yer verilmiş olması. Ciddi sandığınız konular, olaylar, gülünçleşiveriyor. “İki komşunun eşeği" fıkrası, 30 Temmuz 1982 cuma günlüğünde. Olduğu gibi alıyorum buraya, az biraz muzır gibi..
“Neşeliydi Demirel.
İşler ne olacak, demokrasiye geçilecek mi diye sohbete başlarken hemen bir fıkra anlattı:
'Bir kasabada iki komşu varmış. Komşulardan birinin sağlıklı, aslan gibi bir merkebi, öbürünün de sıska bir eşeği. Sıska eşeğin sahipleri ikide bir sızlanırlarmış. "Ah bizim de şöyle bir merkebimiz olsa" diye...
Birgün komşunun oğlu koşa koşa babasına gelmiş, heyecan içinde:
Baba baba, komşunun merkebi bizim eşşeği aşıyor koş!
Gitmişler.
Zavallı eşek altta, yere serilmiş perişan halde.
Oğlu babasına:
Bak baba, bizim de artık ne güzel sıhhatli sıpamız olacak
Baba oğlunu terslemiş:
Sıpayı falan bırak şimdi, şunu bir çeksin başka bir şey istemem...'
25 Kasım 1982’de, Ankara'da yazılmış günlükteki, bir başka Demirel
fıkrası. Bu da bir 'berduş' öyküsü. Söyle diyor Süleyman Bey:
'Bir gün iki berduş kasaba meydanındaki pazarda aval aval dolaşıyorlarmış. Bakmışlar bir kalabalık, durmuşlar. Bir güvercin uçup gelmiş, berduşlardan birinin omuzuna konuvermiş. Herkes toplanmış, berduşa:
Sen padişahımız olacaksın, demişler.
Hayır, demiş ısrarla.
Daha sonra bir güvercin daha havada birkaç tur atıp aynı berduşun omuzuna konunca, ısrarlara dayanamayıp padişah olmuş. Arkadaşı berduşu da başbakan yapmış. Başlamış zulme, boyun vurmaya, vergi salmaya. Arkadaşı, 'yapma, etme, halk kızacak’ demiş. Padişah ise cevaben:
Güvercin uçurup padişah seçen halka az bile, demiş.’
Demirel, boynunu kırıp kahkahayı basarken Menteşe de kıkır kıkır gülüyor".
Bugün eylülün onbiri, yarın 12 Eylül'ün altıncı yılı doluyor. Artık o da, okul çağına geldi, okulda zorunlu din dersini okuyacak!..
Fıkralar hoş, güzel ya, biz 12 Eylül’e nasıl geldik? O zamanın Başbakanı Süleyman Bey'le, Ana Muhalefet Partisi Başkanı Bülent Bey, bir kendi başlarına oturup düşünseler. Sahi nasıl geldik?
Küçük Orhan, annesine bir gün:
Anne, demiş, ben nasıl geldim?
Annesi düşünmüş. "Hımmm, demiş, artık çocuğa 'Seni leylek getirdi’ filan demenin anlamı yok, gerçekleri anlatmalıyım, Bak oğlum demiş, babanla biz tanıştık, bir süre flört ettik, yattık sonra...' söz buraya gelince çocuk sözünü kesmiş:
Onları biliyorum anne demiş. Kaya’lar Bursa’dan buraya otobüsle gelmişler. Biz nasıl geldik? Onu soruyorum…