İncelikler...

Hasan Esat Işık'la söyleşimizi yansıtmıştım, son “Ankara Notları”nda. Ondan, bir bakıma incelik örnekleri dinliyordum. Bir olayı da, şöyle anlattı:
1964 başlarında Brüksel'de bulunduğum sıralarda, bir gün oğlum Yusuf'a, sık sık olduğu gibi, gene bir ayakkabı almam gerekti. Bir seçim yapmadan, vitrinini çekici bulduğum bir dükkâna girdim. Kalabalıktı; bize sıra gelmesini bekledim. Biri kalktı, boşalan yere oturduk. Tesadüfen de oturduğumuz yer kasaya yakın.
Adam, kasaya gitti para ödemek için, söylediler ona ne kadar para ödeyeceğini. Adam çekini çıkardı, çeki yazdı, kasada bir bayan vardı:
Kimliğinizi görebilir miyim? dedi.
Müşteri buna çok sinirlendi.
Şimdiye kadar kimse benden şüphe etmedi, bana kimlik sormadı, bunu, bana karşı bir saygısızlık kabul ediyorum! diye konuştu.
Kasada oturan bayan, bütün olanakları ölçüsünde onu yatıştırmaya, gönlünü almaya çalışarak:
Size güvensizlik sözkonusu değil, dedi, fakat bana verilmiş olan talimat bu. "Eğer çekin altına kimliğin numarasını yazmazsan, çek ödenmezse bunun sorumlusu sensin! Bunu maaşından keseriz!' diyorlar. Ben onun için, bunu sizden istemek zorundayım...
Adam, istemeye istemeye kimliğini gösterdi, işini bitirdi, çıktı gitti...
Beğendik bir ayakkabı, ben de kasaya gittim para ödemek için. Tesadüfen benim de cebimde nakit para yoktu. Ben de ödemeyi çekle yapacaktım. Fakat, benden önceki müşterinin kasadaki bayanla konuşmasına da tanık olmuştum. Onu bildiğim için, daha benden kimlik istenmesine yer bırakmadan, çekle birlikte kimliğimi de sundum. Kasadaki bayan, bundan hoşlanmış olacak:
Bakın, ne kadar dikkatlisiniz! dedi. Daha ben istemeden kimliğinizi çekle birlikte veriyorsunuz. Halbuki, sizden önceki bir müşterimizden kimlik sordum, bana dünyanın güçlüğünü çıkardı.
Kasadaki bayanın bu sözleri, beni pohpohlayıcı sözlerdi. Bununla yetinebilirdim. Ama, bunu da dürüstlüğe yediremedim, kendisine:
Ben kimliğimi, benden önceki müşteriyle aranızda geçen konuşmaya tanık olduktan sonra çıkarıp, size göstermek gereğini duydum. Eğer, böyle bir şey olmamış olsaydı, ben de size kimlik çıkartmayacaktım. Ve siz de bana sorduğunuz zaman, belki böyle sert bir tepkide bulunmayacaktım, fakat içimden bir şey kırılacaktı ve belki de bir daha bu dükkâna uğramakta bir hayli tereddüt gösterecektim!
Bayan şaşırdı:
Ben ne yapayım? dedi, çek ödenmezse ceremesini mi çekeyim? Karşılığım şu oldu.
Hayır, ben size bunu önermiyorum; sadece size, kasanın öbür yakasında bulunan müşterinin anlayışı nedir, onu size söylemek isterim... Dedim, ayrıldım.
Aradan zaman geçti, ben o sırada Brüksel'den Moskova’ya atandım. Oğlum Yusuf, lisesini bitirebilmek için Brüksel'de kalmıştı. Zaman zaman gelip kendisini görüyordum. Gene böyle bir geldiğimde baktım, ayakkabılarının yenilenmesi gerekiyor. Yeniden aynı dükkâna gittim. Fakat artık Brüksel'de bankada hesabım kalmamıştı, çekim yoktu. Kasaya gittiğimde, aynı bayanın olduğunu gördüm. Başka bir yerde olsa tanımama olanak yoktu. Çıkardım, nakit olarak gereken parayı verdim. Kasadaki bayan, şöyle bir yüzüme bakıp, bana:
Bu kez çekle ödemiyorsunuz! deyince şaşırdım.
Nasıl beni tanıdınız? Diye sordum. Şöyle dedi:
Sizinle o konuşmamızdan sonra, ben kimseden bir daha kimlik isteyemedim. Fakat, bugüne kadar da başıma hiçbir aksilik gelmedi.
Hasan Esat Işık, bu olayı anlattıktan sonra, şöyle dedi:
Şunu anlamışımdır ki, samimi ve inançla söylenen sözler, insanları etkiliyor. Benim bundan çıkardığım en büyük sonuç bu olmuştur...
Hasan Esat Işık’ın dışişlerine yeni girdiği sıralarda başından geçmiş bir ilginç olay var, şöyle anlattı:
Numan Menemencioğlu Büyükelçi, ben de Paris’te dış görev yapan bir hariciye memuru olarak Paris'teyim. Yıl, 1945-1949 arası. Bir gün bir bey geldi, ben Konsoloslukta çalışıyorum, oğlunun bir işi için istekte bulundu. Ona yolları filan anlattık; bu söylediğim bey de, oldukça parasına güvenen hali vakti yerinde bir bey. Bizim kendisine önerdiğimiz yöntemle, uyuşmadı. Aramızda bir tartışma çıktı. Gitti. Üç beş gün sonra, öğrendim ki, bu bey büyükelçiye Numan Menemencioğlu'na, bu olayı anlatmış. Ve büyükelçi de kendisine hak vermiş. Bunu duyunca, fena halde canım sıkıldı. Ben memurum, bir olay geçiyor. Ben büyükelçiye yansıtmıyorum, bir adam yansıtıyor ve büyükelçi de buna hak veriyor. Fena halde canım sıkıldı.
Bu iş, ya ben haklı olduğumu ispat edeceğim yahut, bu meslekte devam etmeye anlam yok.
Bu kararlılıkla büyükelçiye gittim. Büyükelçi, Numan Bey güngörmüş adam, istediğimiz zaman makamına alırdı ve girebilirdik: Fakat, biz, böyle bir şikâyette bulunacağım için, bu kez işe bir resmiyet verdim, müsteşardan rica ettim. “Ben Numan Bey'i ziyaret etmek istiyorum" dedim. "Peki" dedi, söyledi, o da "buyursun" demiş. Girdim içeri, Numan Bey çok dikkatli adamdı, hem terbiyeli, inceydi, hem de küçüklerin karşısında da öyle pısırık gözükmek istemezdi. Onun için içeri bir memuru girince, ayağa kalkmış gözükmez, tesadüfen ayaktaymış gibi dolaşır. Gene öyle oldu, saygımı sundum, elini sıktım. Kendi makamına geçti, oturdu ben de masasının önündeki iskemleye oturdum. Konuyu açacağım, tabii konuyu açmak için bir girizgâh, bir giriş lazım. Kendime göre, bir giriş buldum, çok da kararlıyım, "Ya bu işi halledeceğim, yahut ayrılacağım meslekten" o derece azimliyim. Dedim ki:
Efendim, geçenlerde başkonsoloslukta benimle bir vatandaşımız arasında bir tartışma geçmişti, o vatandaşımız benim kendisine hakaret ettiğim kanısına varmış... Der demez, Numan Bey, oturduğu yerden kalktı, ben konuşmamı durdurdum, yanıma geldi, omzuma dokundu.
Ayol, ben seni bilmez miyim? Sen istesen bile hakaret edemezsin! Dedi. Şimdi, bunu dinledikten sonra, "Hayır efendim, ben hakaret ettim, beni dinle” demek olanağı var mı? Ben bunu diyemedim ve hiçbir şey söylemeden yanından çıktım. Ve diplomasi nedir? O zaman da bir fikir edindim. Bunlar, zarif, ince şeyler...