Yedi Odalı Vehbi Bey...

Vehbi Dinçerler'le telefonda görüşüyorduk; konu kıyıma uğrayan "Rehber öğretmenler" konusuydu. Bakan, inceleyip kıyımı durduracağını söyleyince, ağzımdan:
Söz mü? diye kaçtı. Tatlı bir söyleşiydi. İncelik gösteriyordu...
Tabii söz! dedi Vehbi Bey. Yoksa, yarın Cennette, nasıl birbirimize bakarız.
Ohooo, dedim, iş cennete kaldıysa...
Neden?
Siz gidersiniz belki ya, biz cennete filan nerde gideceğiz? Hem gitsek bile, orada nasıl bulacağım? Ankara'da bulamıyorum...
Vehbi Bey:
Mesele değil o, diye karşılık verdi, cennette aklına birisi düştü mü, hemen karşına gelir!
İyi, dedim içimden, hani tatlı cadı gibi!
Ben size anımsatırım, pardon hatırlatırım!
Anımsatmayı biz de biliyoruz canım, o kadar değil!
Ondan sonra bakanla konuşamadım. Kıyımlar da sürüp gitmekteydi. Öğrenmiştim, Vehbi Bey'in Ankara'da yedi çalışma odası vardı; bakanlığından ayrı, Gençlik Spor'da, Talim Terbiye'de, FRTM (Film-Radyo Televizyon Merkezi)’de. Daha var...
Vehbi Bey, buralara gidip çalışıyor görünüyor, ama galiba daha çok kavgayla geçiyor saatler. Göreve yeni başladığı sıralardaydı, günlerden cuma. Vehbi Bey, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü'ndeydi. Üst düzeydeki "F" beye:
Herkes cumaya gidiyor, siz gitmiyor musunuz? diye sordu.
Hayır efendim!
Namaz kılmaz mısınız?
Hayır efendim!
Namaz kılmayanın Din Eğitim Genel Müdürlüğü'nde işi ne?
Vehbi Bey, orayı Diyanet İşleri mi sanıyordu ne? Orada bile kimse namaz kılmaya zorlanamaz.
12 Eylül'den sonra göreve getirilmiş olan üst düzeydeki memur, istifasını verdi. Onu, müsteşar ile yardımcıları izledi. Bakanlık ayıklanıyordu...
Büyük bir tartışma, Talim Terbiye'de geçti. O zamanki başkan "E" Bey.
Ben dini sizden daha iyi bilirim dedi. Siz sadece kendinizi mi Müslüman sanıyorsunuz? Vehbi Bey, dilini yutmuş gibi sustu…
"E" Bey, emekliliğini istedi ayrıldı.
Milli Eğitim'de "kadrolaşma"nın bir bölümü, böyle mi gerçekleştirildi? Bakanlıktaki yaygın kanı şu: Memurların kimi, camileri, cumaları kollamakta.
Bir süre önce, bir kişi “S" ilkokulu müdürlüğüne atandı. Bakanlıktaki tüm genel müdürler, bu yeni atanan ilkokul müdürünü kutlamaya gittiler. Bu da bir başka kadrolaşma örneği mi?
Gelmiş geçmiş Milli Eğitim Bakanlarının unutulmaz adı Hasan  li Yücel'i kimse camide görmemiştir, iyi mevlit okuduğunu, sesinin güzel olduğunu duyar, okurduk, ama din sömürüsü hiç yapmadı. Din adamlarına saygısı vardı. Bunun bir örneğini vereceğim: Geçenlerde yitirdiğimiz, Atatürkçü müftü Mehmet Coşluroğlu, Hasan Ali Yücel’in yakın dostuymuş. “Sos- yal Şizofreni ve Atatürk“ün yazarı, emekli Öğretmen Mustafa Coşturoğlu'nun babası. Seksen iki yaşında, Ankara'da öldü. Giresun’a götürülerek, köyünde toprağa verildi. Hasan  li Yücel de Karadenizlidir, Göreleli. Giresun'a gittikçe, müftü Mehmet Coşturoğlu'yla, konuşurmuş. Mustafa Coşturoğlu'na yazdığı mektupta, ‘Kanunsuz imam okulları hakkında Giresun'un durumunu bana yazmanızı rica ederim. Bu meseleyi günümüzün en önemli davalarından görmekteyim" diyor. Tarih 1958, Yücel'in "kanunsuz imam okulları" dediği, o yıllar mantar gibi biten, "Kuran Kursları"dır. Sözü uzatmadan, Hasan  li Yücel’in, Giresun Müftüsü Mehmet Coşturoğlu'na yazdığı 29 Aralık 1958 günlü mektubu özetle aktarayım: Mektuptaki bazı Osmanlıca sözcüklerin Türkçelerini ayraç arasına ben yazdım:
“Muhterem Hoca Efendi.
Buradan memlekete döndükten sonra yeniden rahatsız olmanıza pek üzüldüm. Şimdi afiyette (sağlıklı) olmanıza tabii memnun oldum. Hak size her zaman sıhhat ve afiyette devam nasip etsin. Yazıp göndermek lütfunda bulunduğunuz Hadis- i Şerifler (Peygamberin sözleri) içimi açtı, gönlüme ilhamlar verdi. Her biri bir hikmeti muhtevi (gerçeği içeriyor). Hele, ehlini (burada, yakınlarını, çoluk çocuğunu anlamına) cahil bırakanların kıyamet gününde en şiddetli azaba (cezaya) uğrayacaklarını haber veren hadis, yüreğimi titretti. Milyonu bulan Türk çocuğunu cehaletten (bilgisizlikten) kurtarma mazhariyetim bu aciz kulundan esirgememiş olan Hak Tealaya (Yüce Tanrıya) gözüm yaşlanarak şükrettim. Çünkü benim ehlim, sadece sulbümden (dölümden, soyumdan) gelenler değil, aziz milletimin, bilhassa köylerde zekâsı ışıksız kalmış evlatlarıdır. Namaz ve oruç gibi feraizden (zorunlu işlerden) taksirim (eksiklerim) olmuşsa da, bu yolda vazifemi ihmal etmemiş olmak, af ümidimi arttırmıştır. Birinci hadiste benim anladığım nokta, Peygamberimizin kız evlatlarına verdiği ehemmiyettir, (önemdir). ‘Zenginin sadece servetini tasadduk ettirmeyip (sadaka dağıtmayıp), çocuğuna bırakma' emri, o varis (mirasçı) bir kız olduğuna göre, bu mana zahir oluyor. (Bu anlama geliyor). Esasen Veda Haccı’nda ve son hutbelerinde bu cihete verdiği önem meydandadır. Kızlarını evlattan dahi saymayan gafillerin bilmesi, öğrenmesi gereken bir emir..."
Yaa işte, böyle, laikliği içine sindirmiş, geçmiş, bir büyük Milli Eğitim Bakanı’nın, şimdiye dek yayımlanmamış mektubunda söyledikleri, bir de, şimdiki durum. Düşündürücü değil mi?