Nurullah Ataç, “ölüm” sözcüğünü kullanmayıp da "vefat" diyenlere çok kızardı. Yakınları daha iyi bilirler:
Ben vefat etmem efendim, ölürüm, der. "Ben öldüğüm zaman, gazetede ‘vefat etti’ filan diye yazarsanız, iki elim yakanızdadır." biçiminde öfkesini belli edermiş.
Aynı gazetede birlikte çalıştıkları Nurettin Artam’ın ölen her yazarın, sanatçının ardından yazı yazmasına da kızar, eleştirirmiş. Nihat Subaşı anlatmıştı; bir gün Ataç. Nurettin Artam’a şöyle takılır:
Ben senden sonra öleceğim, benim için yazı yazamayacaksın!
İkisi de Türk Dil Kurumu’nda çalışırlar. Ataç, Nurettin Artam için Ömer Asım Aksoy'a, öbür arkadaşlarına:
Ben öldükten sonra de böyle yazacak, istemem! dermiş.
İşe bakın siz, Nurullah Ataç, Nurettin Artam'dan bir yıl önce öldü! Belleğimde yok ya Artam, kesinlikte Ataç için yazı yazmıştır...
Ataç, 17 Mayıs 1957’de öldü. Nurettin Artam ise, 27 Ekim 1958'de. Ataç, siyasal içerikli yazıları için "Kavafoğlu" takma adını kullanırdı. Artam'ın küçük fıkralarında kullandığı ise, "T.İ.”, “toplu iğne" demek. Ataç'ın iğneleri çuvaldız gibi. Artam'a söyledikleriyse, takılma...
Ataç, son yazısını hastanede yazdı, kısacık. 11 mayıs cumartesi "Günce”si, "Son" başlığıyla "Ulus”ta çıktı. Şöyle:
"Sayrılarevine düştüm. Bu kez önemliye benziyor, öldürür mü, öldürmez mi? Orasını bilemem ya, İstanbul'a gidecektim, sağınlar (hekimler) bırakmıyor.
Bir süre yazı yazamayacağım. Ben de yazamayacağım, Kavafoğlu da yazamayacak. Ayrılmaz benim yanımdan.
Kim bilir? Ola ki son yazdığım çizeklerdir bunlar, öyleyse ne yapalım? Bunca yıl yaşadım, yeter bana."
Ölenlerin ardından hep iyi şeyler söylenir, yazılır. Sağlıklarındaysa, değerlerinin bilinip bilinmediği kuşku götürür. Diyeceğim, yaşarken, yeriz birbirimizi, öldüresiye uğraşırız; ölünce de ağıt yakarız...
Şöyle eşsizdi, böyle eşsizdi., deriz.
Ataklı'nın cenazesinden sonra, konuşuyorduk birkaç arkadaş, eski bakanlardan Karadenizli Ali Rıza Uzuner anlattı, fıkrayı. Şöyle:
Hoca, ölünün başında cemaata sormuş:
Ey cemaat, bu mevtadan (ölüden) razı mısınız? (hoşnut musunuz?)
Topluluk, alışılan biçimde:
Razıyız! karşılığını vermiş, arkadan ikisi parmak kaldırmış:
Bir de bize sor!
Viyana'da Ermeni kurşunlarıyla öldürülen Evner Ergun'u, 1960'lı yıllarda planlamada çalıştığı dönemden tanırdım. Sonra yurt dışında görevler aldı. Her şeyden önce, iyi bir insan. Kaç kez değindim, kimse tınmadı. Her şeyden önce, Amerika'daki Ermeni öc anıttan yıktırılmadan, "alın yardımınızı başınıza çalın" demeden, Ermeni terörünün önüne geçilemez kanımca. Oralarda, çalışan, yaşayan insanlarımız var, onların canı nasıl korunacak?
Üstüste, Maltepe Camii avlusunda toplandık son günlerde. Eşref Üren'in cenazesi, bir ressam evinden ölü çıktığını gösteriyordu. Tüm ressamlar, sanatçılar oradaydı. Eşref Üren'in son anına dek yanından ayrılmayan ressam İmren Erşen, onun çok sevdiği kaşkolü boynuna sarıp gelmişti, İmren Erşen, ona son dakikalarında sormuş:
Bir şey istiyor musun?
Uyku, diye karşılık vermişti Üren, uyku istiyorum... Uyku sözcüğünü, ölüm sözcüğü yerine mi kullanmıştı?
İmren Erşen, Eşref Üren'in yiyeceklerine dek titizlik gösterirdi. Üren, yasak olmasına karşın, kaçamak makama yer; çorbaya ekmek doğrardı. İmren Hanım, sitem ederdi... Sergilerde, bu yumuşak insanı izlerdim. Cumhuriyet'e yazdığı kısacık yazıları kimileyin zehir zemberek olurdu.
Taa, 1921’lerden arkadaşı Şefik Bursalı, Maltepe Camii avlusunda;
Gerçek bir ressam öldü, dedi, o kimileri gibi uyduruk değil, gerçek ressamdı... Eşref Üren, Abdülhamit’in paşalarından Fehim Paşa’nın oğlu. Kurtuluş Savaşı'na katılır, 1921 'de terhis olup, ‘‘Sanayi-i Nefise Mettebi Alisi”ne girer, Şefik Bursalı da oradadır. Altmış üç yıllık iki arkadaş...
Mucip Ataklı, çarşamba günü toprağa verildi. 27 Mayısçıların çoğu oradaydılar; hasta olanlar gelememişlerdi. Muzaffer Yurdakuler’in tansiyonu çıkmış. İrfan Solmazer kalp krizi geçirip hastaneye kaldırılmıştı. Komutanlar, eski askerler, Halkçı Partililer, SODEP'liler de oradaydı. Eski CHP'liler, arkadaşları.. Salim Başol'u gördüm...
Ataklı, İstanbul'da HP'nin kongrelerine gitmiş, arkadaşı Avni Güler'le galiba Sarıyer Kongresi’nde, HP'nin Genel Merkez'e yakın bir milletvekili, yaptığı konuşmada, parti içi muhalefet kanadını, bu arada Ataklı'ları sert biçimde eleştirmiş. Canı sıkılmış Ataklı'nın buna. Avni Güler, çıkıp karşılık vermiş. Akşamüstü yemekte, bir duble rakı içmiş. Avni Güler'e göre, yemeği biraz fazla kaçırmış. Ama, belli ki, gündüz ki eleştiriler canını sıkmış. Akşam trenle dönecekleri sırada, Haydarpaşa'da vagondan yere düşmüş. Hastaneye götürmüşler, ama kurtaramamışlar...
O asık görünen yüzünün yanında, ince bir yürek taşımış.
Çok saygılı bir kişiydi Ataklı. Ondan, kimseyi çekiştiren, eleştiren bir şey duymak güçtü. Başlarda toplumculara ısınmamıştı sanıyorum, giderek ısındı. Onların çektiklerini de görerek.
Suphi Karaman, mezarı başında yaptığı konuşmada özetle şunları söyledi:
"Acımız büyüktür. Mucip Ataklı, 27 Mayıs Devrimi'nin renkli ve çok yönlü eylemcilerinden biriydi. İnançlı ve inandırıcı niteliği ilk günlerden itibaren kendisinde umut ve güven sağlamıştı. Kemalist doğrultunun güçlü savunucularındandı.
Sevgi ve hoşgörüyle yaşadı. Çetin günlerin en kararlılarından biriydi. İyiye ve doğruya inandı. İnandığını savundu. Alnıaçık ve başı dik kaldı. Onunu yaşadı huzur içinde öldü. Tarihe kayıt böyle düşecektir..."
24 Kasım 1984, Cumhuriyet