Fıkrayı, Zafer Gançaydın anlattı, Fas Büyükelçisinin eşi Jennah Benabud’un sergisinde. Zafer Gençaydın, Ağınlı. Daha önce, "Ankara Notları"nda, birkaç Ağın fıkrası çıktı. Fıkra şöyle:
“Köyde bir kadının öküzü hastalanmış. Öküzü iyileşsin diye, kadın on beş gün oruç tutmuş. Ancak, on beş günün sonunda öküz ölmüş. Kadın gözlerini yukarı çevirerek:
Bunu, önümüzdeki ramazanda saymazsam tortop olayım! demiş..."
Sergi "Urar”taydı. Bayan Benabud'un büyükelçi eşi oluşu, sergiye siyasal bir hava verdi. Kimler yoktu ki? Amerikan, İngiliz, Fransız, Sovyet, Bulgar, Kanada Büyükelçileri... İhsan Saba Çağlayangil, Hasan Esat Işık, Hicri Fişek, Yalçın Küçük, Hikmet Şimşek, gazetecilerden Selçuk Altan, Önder Şenyapılı. Ben göremedim, Emel Korutürk gelip gitmiş, Özden Toker’le selamlaştık. Mehmet Yardımcı, bir köşede oturup, gelenleri, konuşanları seyretmekte. Duran Karaca keyifli. Onun, yılın sanatçısı seçildiği Ankara Sanat Kurumu'ndaki Hasan Hüseyin tablosu ne güzeldi! İnce, dal gibi Hasan Hüseyin'in yiğitliğini canlandırıyordu... Bu yıl, sanat kurumu, resimde Duran Karaca ile Fethi Arda'yı yılın sanatçısı seçmişti. Duran. Yahya Kanbolat’ın satın aldığı tabloyu ödünç istemiş, geçici olarak sergisine koymuştu. Sergi çoktan kapandı.
Fransız Büyükelçisi F. Rouillon, Yalçın Küçük bir söyleşideler. O gün de, "Aydınlar Davası" vardı, ertelendi. Büyükelçi, Yalçın Küçük'ün "Aydın Üzerine Tezler”inin İngilizceye çevrilip çevrilmediğini soruyor. Fransız Büyükelçisi, uzun süredir gözlüyordum, Türk-Fransız ilişkilerinin düzelmesi konusunda iğneyle kuyu kazarcasına çalışıyordu.
Hafta içinde nezleli nezleli sergileri dolaştım. Devlet Güzel Sanatlar Salonuna, "Yaratım" Sanat Salonuna gittim. "Yaratım", Bestekâr Sokakta. Yeni açıldı gibi bir şey. "Levni" eskiden sergi salonuydu, kitabevi oldu. Nazlı Eray da orada, geçen hafta yapıtlarını imzaladı.
Sergiler, imza günleri, dinletiler, siyasal yoğunluğun arttığı günlerde soluk alma yerleri gibi gelir insana. Duygu Aykal’ın emeği “İnsancık” balesi görmeğe değer. Duygu, Sevgi Soysal’ın kardeşi, Gürer Aykal’ın eşi. Kenan Mortan çağrılıymış, bana da yer varmış. Ben de iki arkadaşımı alıp gittim. Balkondan izledik baleyi. Arada, Mümtaz Soysal’ı gördüm...
Sergilere, şuralara, buralara gittiğimi yazar mıyım zaman zaman, bir ressamdan bir güzel ders de aldım. Ressam Münir Ziya Onursal gönderdi mektubu. Anımsıyorum, Milli Piyango Sanat Galerisi'nde bir sergi açmıştı bir süre önce, çağrısı geleli, gidemedim. Telefon etti, uğrayayım dedim; kar, kış, kıyamet günler. Uğrayamadım anlayacağınız, uğrasaydım, bir şey yazabilecek miydim, bilmiyorum. Şöyle diyor ressam Münir Ziya Onursal mektubunda:
“Evet, Sayın Ekmekçi Efendi,
40 yıllık Cumhuriyet okuru olmak da Kaf dağında olan burnunuzu bir parça eğmeğe yetmedi, bazı Cumhuriyet yazarları gibi, ama diyeceksiniz ki 40 yıllık Cumhuriyet okuru böyle yazmaz, söylemez. İyi de, 40 yıllık Cumhuriyet okuruyuz dedikse peygamberiz demedik.
40 yılın başı bir kez buyur gel dedik, ilgilen dedik. Gelmedin, ilgilenmedin de ne kazandın? Geleydin, ya da gelebilecek olana omuz vereydin ne kaybederdin? Hadi canım sen de..
Burnunun ucunda bir parça peynir görüp kendini mandrada sanan bazılarınız değil mi Cumhuriyet’i çakılı top gibi olduğu yerde mıhlayan, ne bir adım ileri ne de geri?
Gazetecilikle, oturduğu yerde ahkam kesmek hüner değil, biraz kımıldayın mübarekler. Gazetecilik kadılık değildir. Hele, hasbelkader bir köşe yazarlığı koltuğuna sımsıkı sarılıp oradan vaziyeti idare etmek hiç değil..."
Yetmedi, daha var. Bir yerde de şöyle diyor Münir Ziya Bey:
“Nice yazarlar gelip geçti Cumhuriyet’ten. Niceleri de gelip geçer, şöyle ya da böyle. Kalıcı olan gazetenin niteliği ve ona sahip çıkan okurlarıdır. Okuru olmayan gazete, karanlıkta göz kırpıcıya benzer. Nitekim bazılarınız sayesinde Cumhuriyet zaman zaman bu duruma iteleniyor, düşürülüyor. Nasıl ki daha yakında kendini yoklamak, nerede olduğunu anlamak için Cumhuriyet bir "okuyucu anketi" açmak gereğini duymuştur. Ama bu da Cumhuriyet’e aradığını vermeyecektir. Çünkü bu tür yoklamalar, “Sen beni bana öv, ben seni sana"dan öteye gitmez. Cumhuriyetin uyanıp silkinmesi gerek. Kımıldanması, koşması, topluma inmesi, burnunu Kaf dağından biraz olsun indirip, faydası bir kenara, aksine zararı olan lüzumsuz gururundan fedakârlık etmesi gerek..."
Şöyle bitiyor mektubu Münir Ziya Bey'in:
"Ben, açtığım bu sergimle, sanat dünyasında bir olay olmasa bile en az bir iz bırakacağı inancında idim. Gel gör ki, davetime ne bir sanat otoritesi, ne eleştirmen, ne basın, ne de devletin ilgili bir kuruluşundan bir kimse teşrif etti. Oysa toplumları yücelten, saygınlaştıran ana öğelerden biri de sanat idi. Toplum yaşamından güzel sanatları soyutlayın, geriye ne kalır? ‘Posa’. Saygılarımla"
Neyse, sonunda olsun "saygılarımla" demiş...
Gider miyim, sergilere? “Şunu gördüm, bu da oradaydı" diye yazar mıyım? İşte adamı böyle benzetirler. Oturup, dayak yemediğime sevinmeliyim.
"Ankara Notları”nın her çeşit eleştiriye açık okluğunu bilir okurlar. Ancak, gazetecinin, yazarın da özgürlüğüne saygı göstermesi gerekir okurun. Okuruna karşı özgür olamayan yazar, baskılar karşısında da koruyamaz özgürlüğünü. Çünkü onu, ilk eğip büken okur olmuştur. Yollarından dönen, sapan kimi yazarları, belki de okurları o duruma getirmişlerdir ne bileyim?
Kimi mektuplarda da, "Şu parti liderinden söz etme", "Senin yerin bizim yanımız, bizden yana gel", "Sen aslansın, aslanlığını bil" derler. Bunları da, özgürlüğümü kısıtlayıcı baskılar sayarım. Nadir Nadi, gazetenin sahibidir, ustamızdır. Bir gün olsun, “Ekmekçi, hep şu konuları işliyorsun, bir de başka konulara gir" demedi. Gazetecilere, çoğu kez. “Siz yazmak istiyorsunuz ama, patronlar izin vermiyor" filan derler. Kanımca doğru değildir bu. Çalıştığım, bunca gazetede, Vatan'da, Öncü’de, Milliyet'te, THA'da, Yeni Ortam’da, Cumhuriyet’te karşılaşmadım böyle bir olayla.
Münir Ziya Bey'e, teşekkürler. Dövmeyeceğini bilsem, gidip görüşmek isterim. O da beni ararsa sevinirim...
11 Mart 1985, Cumhuriyet