Fikret ile Akif...

Mehmed Akif yazılarının yankıları oldu. Atatürk'ün Mehmed Akif'i yeren, Tevfik Fikret'i de öven sözleri, "Perapaias'taki Olay...”başlıklı yazıda çıkmıştı. Bunun üzerine Hasan Esat lşık’tan bir mektup aldım. Mektubunun bir yerinde şöyle diyordu Hasan Esat Bey:
Tevfik Fikret'le ilgili olarak yazdıklarınız ve değerlendirmeniz beni ilgilendirdi, bunun da ötesinde duygulandırdı. Babam Terfik Fikret'i çok severdi. O kadar ki, doğduğumda adımı Tevfik Fikret koymak istemiş, annem de babasının ismi 'Hasan' üzerinde dururmuş. Uygarca bir çözüm bulunmuş, bana 'Hasan Fikret' denmesi oldukça kesin görülüyormuş. Fakat İngilizler işi bozmuşlar. İstanbul'un işgalinde babamı Malta'ya sürmüşler, ben daha çok annemin ailesi içinde kalmışım iki seneye yakın. Babam Malta'dan döndüğünde bana, ‘Fikret’ demiş, ben bana hitap edildiğinin farkına bile varmamışım. Babam da gerçeğe uymuş, o da bana Hasan demeye başlamış.
Yazınız Tevfik Fikret'in hassaslığından, insancıllığından başka bütün bu anılarımı da canlandırdı. Daha çok bu nedenle size yazmak istedim, içten saygı ve sevgilerimi yinelerim "
Hasan Esat Bey'in “Fikret” ikinci adı. Hasan Fikret. Esat, babasının adı. Göz doktoru Esat Paşa, yiğit bir adam. Malta'da kimseye eyvallah etmemiş.
Hasan Fikret Bey, mektubuna “Kıbrıs Postası’’ gazetesinde çıkan “Özker Yaşın'ın "Atatürk ve Tevfik Fikret" başlıklı bir yazısını da eklemiş, belki görmemişimdir, diye. Özker Yaşın, "İsmail Hikmet Ertaylan'ın anılarından aktarıyor:
“Atatürk'ün sofrasında adını vermek istemediğim tanınmış bir zat, Fikret’in iyi şair olmadığını söyleyecek oldu.
Atatürk çok kızdı:
Efendim, efendim, anlamadım, ne dediniz? Fikret büyük şair değil miydi? Ve o gün o vakur sesiyle şu beyti okudu.
'Milyonla barındırdığın ecsad arasından / kaç nasiye vardır pak-û dırahşan?'
(Dizelerde geçen bazı sözcüklerin Türkçeleri şöyle: Ecsad: Gövdeler, nasiye: Alın, dırahşan: Parlak, temiz.)
Ve Atatürk, sözlerine şöyle devam etti:
O karanlıklar içinde bir nur gören ve halkı o nura götürmeye çalışan Tevfik Fikret, bu feryadı koparırken, sizler ne yapıyordunuz? Niçin içinizden kimse onun gibi feryat etmedi. Ben Fikret’e yetişemedim. Onun sohbetlerinden istifade edemedim. Kendimi bedbaht sayarım. Fakat onun bütün eserlerini okudum. Çoğunu da ezberledim. Tevfik Fikret hem büyük şair, hem de büyük insandır.
Efendiler! Zaten parmakla göstenlecek kadar az olan büyük adamlarımızı küçültmeye kalkışmayalım. En zor günlerde yurdumuzun dertlerini dile getiren bir şairi kıskanarak küçültmek bir Türk’e yakışmaz..."
Ölümünün 20. yılında, 1935'te Hikmet Feridun Es, Fikret'in eşi Nazime Hanım'la bir konuşma yapar. Konuşma, "Yedigün”de çıkar konuşmanın bir yerinde Nazime Hanım şöyle der:
"Kocam Tevfik Fikret, Abdülhamid'i hiç sevmezdi. Padişahın en büyük düşmanı idi. Hiç unutmam cülus geceleri İstanbul'da her yer ışıklarla donanırken, o Aşiyan’ın bütün lambalarını söndürür, karanlıkta otururdu. O gece evde ışık yakılmasına çok sinirlenirdi. Şu garip rastlantıya bakınız ki, Abdülhamid'in cülus gecesi tarihi olan 19 ağustosta öldü..."
Gerici iktidarlar, Fikret'i hiç sevmedi, onu unutturmaya çalıştı. Buna karşılık Akif için günler düzenlediler. Şimdi, 27 aralık Akifi'in ölüm yıldönümü, görün bakın neler olacak? TV'yi izleyin hele... 100 liralıkların arkasına bir bakın bakalım ne göreceksiniz? Düşüneceksiniz. Fikret niye yok?
Mehmet Deligönül, Tevfik Fikret’in "Edebiyat Söyleşileri" biçimindeki düzyazılarını toplar, hazırlar; basılması için Kültür Bakanlığı’na verir; onaylanır. Fikret'in düzyazıları ilk kez yayımlanacak büyük hizmet olacaktır. Bu sırada iktidar değişir. Kültür Bakanlığı’nın yeni müsteşarı Emin Bilgiç, "basılmayacak" kaydını koyar. Fikret’in yazıları basılmaz!
Mehmed Akif'in ölümü olayı ile ilgili olarak da, bir emekli yargıçtan, Zühtü Cura'dan mektup aldım. Şöyle diyor emekli yargıç Cura;
"Cumhuriyetin devamlı okuyucularındanım. Sizin değişik bir üslupla ve daldan dala geçen yazılarınızı da zevkle okurum.
İstiklal Marşımızın şairi Mehmed Akif hakkında yazdığınız üç yazıyı da dikkatle okudum. Takdir edersiniz ki, M. Akif gibi büyük bir edip ve şair hakkında fikir yürütebilmek kolay değil, büyük uğraş ve vukuf ister.
Yazılarınızda düşüncelerinizi belirtirken oldukça yansız davranmaya çalıştığınız görülüyor. Ancak 19 Ekim 1985 tarihti yazınızın bir yerinde 'Ölünceye dek İstanbul’da bitler içinde kötü bir yaşam sürmüştür. Pek kimse bakmaz' diyorsunuz. Bu tamamen yanlış... Okuyunca çok üzüldüm. Belki bunu yalanlayacak biri çıkar diye bekledim... Bu yanlış bilgiyi nereden aldığınızı bilmiyorum, fakat gerçek şudur: 'İstanbul’da ciddi bir tedavi gördü. Hastanede yattı. Mısır apartmanında kaldı. Alemdağı'nda Halim Bey'in köşkünde ikâmet etti. Fakat hastalığının önüne geçilemedi. Nihayet 26 İlkkanun 1936 da bu fani dünyaya gözlerini yumdu. ‘Safahat, 3. basım 1950, İnkılap Kitapevi.'
Önce bir gerçeğin meydana çıkması için ve sonra İstiklal Marşı şairimizi bakımsız ve bitler içinde bırakacak kadar nankörleşmediğimizi, dosta düşmana göstermek ve anlatmak için, bu üzücü yanlışı münasip bir yazı ile hemen düzeltmenizi istirham ediyorum. Saygılarımla."
"Emekli Hâkim Zühtü Cura, Bursa" adresini yazan okurumun üzüntülerim anlıyorum. Ancak bizim üzülmemiz gerçekleri ters yüz etmemektedir. Okur, "Mehmed Akif öldüğü tarihte eşi İsmet Hanım sağ idi ve Ömer Rıza Doğrul gibi bir damadı vardı. Eşi dostu, sevenleri ve ziyaretçileri pek çoktu" da diyor.
Emekli yargıç okurun mektubunda, önemli bir yanlış var. Önce onu düzelteyim: Mehmed Akif’in ölüm tarihi 26 Aralık 1936 değil, 27 Aralık 1936'dır. Bunda emekli yargıç okurun kabahati yok. Olsa olsa, bu yanlışlığın sorumlusu Mehmed Akif'in damadı Ömer Rıza Doğrul olabilir Safahat’ı o bastırdı, Akif'in ölüm tarihi yıllarca yanlış basıldı. Şimdi, piyasada bulunan 18'ınci baskısında doğrusu yazılmış durumda. Akif'i bir gün önce öldürmemek için daha titiz davranılmalıydı.
Mehmed Akif’in, “Bitler içinde kötü bir yaşam sürdüğü "ilk kez "Ankara Notları”na çıktı. Şimdi, seksenini aşmış; bir değerli okurumun gözlemleriydi bunlar. Okurum, İbnul Emin Mahmut Kemal’in yakın dostu. Yazmıyor, ama İbnül Emin de biliyor olayı. Gazetecinin, yazarın görevi, tarihçiye belge taşımaktır. Bunları yaparken bir yargıç titizliğiyle çalışmak isterim. Yanlışım olursa düzeltirim. Ama, okur beni bağışlasın, kuru kuru "nankörleşmediğimızi dosta düşmana gösterme" çabasına da girmem. Atatürk, Akif'in cenazesine pek ilgi göstermez, buna karşılık bir yıl sonra ölen Abdülhak Hamit'e büyük tören yapılır. Bunun nedenlerini de Atatürk kendisi anlatır. Akif'i eleştirir. Akif’in yanında "baytar kâtibi" olarak çalışmış Emin Erişirgil, “ölüm ve cenaze” olayını şöyle anlatıyor: (Yazıda üçüncü kişi gibi geçen Emin Erişirgil’in kendisi, öyle yazıp öyle anlatıyor...)
...Mısır apartmanında, bir aralık kendinin oturduğu daireye, kendinin yattığı odaya koştu, içeriye giremiyordu. Kapının kenarına başını dayadı: Kızı Cemile, damadı Ömer Rıza bir köşede ağlıyorlar.
Buruşuk, boş karyola.. Yerde tabut... Diz çökerek tabutta ölüyü öpen siyah giyinmiş kadın. . Ayağa kalkınca, bu kadını tanıdı. Her gün beyazlar içinde görmeye alıştığı hastabakıcı...
Cenaze Bayezit'ten kalkacak dediler, oraya gitti.. Kimseler yok. Bir cenazenin geleceği bile belli değil
Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. 'Bir fıkara cenazesi olmalı' demişti. O anda Emin Efendi Lokantası’nın sahibi Mahir Usta elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamamıştı. Gene o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerini yüzüne kapadı. Cenazeyi tanımıştı..." (Emin Erişirgil,"İslamcı Bir Şairin Romanı", s. 503)