Bağışlama yani “af" konusu, yeniden ele alınmaya başlandı. Bu yıl "Barış Yılı” olunca, bağışlama olayı kaçınılmaz duruma geldi. Bu konuda, çok önemli sandığım bir pürüzü anımsatmak istiyorum. Şöyle: Bugün cezaevlerinde bulunan tutuklu ya da hükümlülere cezaevi yönetimince değişik disiplin cezaları veriliyor. Bu cezalar, “görüş yasağı", “hücre cezası", "haberleşmeden yasaklama" gibi cezalar. Üzülerek söylemek gerekir ki, bu cezaların çoğu haklı nedenlere dayanmamakta, görevlilerin kişisel kanılarına göre verilmekte...
Bu disiplin cezalarının önemi, koşullu yani "şartlı" salıvermeyi engelleyebilecek nitelikte olması. 647 Sayılı İnfaz Yasası’nın 19'uncu maddesine göre, tutukluluk, hükümlülük süresini “iyi halli olarak" geçirenlerin cezaları, belli oranlarda indirilmekte. Andığım yasa ile 2841 sayılı yasaya göre, bu indirim yarıya yakın bir oranı bulmakta, örneğin beş yıllık bir ağır hapis cezasının koşullu salıverme sonucu infazı 32 ay.
İşte, cezaevi yönetimince doğru ya da yanlış, yerli ya da yersiz olarak verilen bu disiplin cezaları, bu indirime engel olabilmekte. Buna, "infazın yakılması” deniyor. Bu konuda karar verme yetkisi de cezaevi yönetiminin. SHP'nin hazırladığı bağışlama tasarısının uygulanmasında bu işlem çok önemli. Çünkü, koşullu salıverilmesi yakılan hükümlü, bağışlamadan gerçekte yararlanamayacak demektir. Ankara Barosu'nun Genel kurul toplantısında, savunman Halit Çelenk, söz isteyerek bu konuyu açıkladı. Orada SHP bağışlama kurulundan savunmanlar da vardı. Bağışlama yasa tasarısına, “Bu yasanın uygulanmasında 647 sayılı yasanın 19'uncu maddesinde yazılı iyi hallik koşulu istenmez" biçiminde bir hükmün konulması sağlandı.
Önemli bir nokta da şu: Bir yargıç, bir sanığın cezasını, 1/6 oranında azaltabiliyor. Yargıca yasa ancak buncağız bir hak tanımıştır. Oysa, infaz yönetmeliğine göre, yersiz disiplin cezalarına dayanarak cezaevi yönetimi, bir hükümlünün yarıya yakın şartlı salıverme hakkını ortadan kaldırabilmektedir. Bu hem bir çelişki hem de haksız bir yetki. Bu yetki her zaman keyfi biçimde kullanılabilir de. Cezaevlerinde, tutukevlerinde tek tip giysi giymedi diye, spor yapmadı, İstiklal Marşı söylemedi diye, sanıklara disiplin cezaları verilebilmekte, sanıklar, “görüş yasağı", “avukat yasağı" uygulamalarına çarptırılabilmektedirler.
Bir de yeni bir uygulama var; Yargıçlar sanığa ‘Vuruşmaya getirilmeme” kararı veriyorlar. Duruşmaya getirilmeyen sanık, savunmasını yapamıyor. Bunun koşullu salıvermede etkisi ne olur, diye düşünüyorum. Belki yoktur. Olmaması gerekir. Ancak, savunma, yargıç karşısında bulunma, önemli olaydır. Yargıç sanığı, sanık yargıcı sürekli tanımalıdır.
‘Ankara Notları”nda, cezaevleri, tutukevleri konusunda sık sık duruldu, daha da durulacak. Cezaevleri de, tutukevleri de orada kalanlara sürekli ceza verilen yerler olmaktan çıkarılmalı. Tutukevi yöneticilerinin sanıklarla ilgili olarak soruları şunlar olmalı, örneğin, “Sen mahkemeye gideceksin, kendini savunacaksın. Bir gereksinimin var mı? Sağlıklı mısın? Moralin yerinde mi? Savunmanı hazırlamak için daktilo, ne istiyor musun?” demeliler. Şimdi biri çıkıp:
"Yav Ekmekçi, senin dünyadan haberin yok! Düş dünyasında yüzüyorsun!” diyebilir.
Desin. Düşündüklerimi söyleyeceğim. Yanlışları vurgulayacağım. Bir sanık, yargılandıktan sonra topluma yeniden karıştığında, yargıcıyla, savcısıyla, cezaevi, tutukevi yöneticisiyle yüz yüze gelebilmeli, el sıkışabilmeli, “Nasılsınız?” diyebilmeli, içeri gireni düşman gözüyle görürsek, barışı, erinci nasıl sağlarız...
* * *
Güney illerinden birinde bir kasabada 9-10 öğretmenli bir lise var. Okul müdürü, bir yıldır okulu tekkeye çevirir. Müdürün odasında, duvarda bir namaz postu, köşede bir namaz tahtası. Müdürle çevresindeki birçok öğretmen, öğle, ikindi namazlarını sürekli müdür odasında kılarlar. Kimsenin namaz kılmasına karışılmaz, ama okul müdürünün, gösteri yaparcasına öğrencilerin, öğretmenlerin, öğrenci ana babalarının karşısında böyle yapması kimilerince yadırganır. Bir okur yazıyor, şöyle diyor:
“Öğretmenlerden kimileriyle müdürün, namaz tahtası ya da postunu müdür odasına sererek namaz kılmaları yasal mıdır, değil midir? Bu konuda beni aydınlatır mısınız?"
Söyleyeyim, en azından laikliğe aykırıdır. Din sömürüsüdür. Okul müdürü ile öğretmenlerinin en azından, “gösteri" görüntüsü vermeleri, inançlara da saygısızlıktır. Ancak, kime ne demeli? Kimi bakanlığa dek yükselmiş kişiler, benzeri işleri -göstere göstere- yaparlarsa, bir okul müdürü neler yapmaz? Müdür, kendini Türkiye Cumhuriyeti’nin bir öğretmeni değil, Osmanlı medresesinin müderrisi sanmıştır. Yanlıştır. Yanlışını o da, gerçekten laik anlayışlı, Atatürkçü yönetimler işbaşına geldiği zaman anlayacaktır...
Atatürk sağ olsaydı, gösteri düşkünü okul yöneticisiyle, öğretmenler ne olurdu, düşünün artık...
Ankara memur kentidir derler, öyledir. Cuma günleri, öğleden sonra, devlet dairelerinde görevli memur bulmak güçtür. Cuma namazı bahanesiyle çoktan çoğu kirişi kırmış, ipe un sermiştir. Kimse çıkıp da:
Efendi, sen kamu görevlisisin, cumaya gitmen, işini savsaklama nedeni olamaz! diyemez..
Eskiden kimi milletvekilleri, kendileriyle görüşmek isteyen seçmenlerin aradığı söylendiğinde, savabilmek için:
Namazda de, namazda de! diye karşılık yollarlar; çay kahve içmeyi sürdürürlerdi. Çetin Altan bunları, tatlı tatlı yazardı...
Bağnazlık üstüne, "tabu'lar üstüne, Prof. Fehmi Yavuz’la konuşuyordum. Fehmi Yavuz, bağnazlıkları yıkmak için, onu sürekli gündemde tutmak, eleştirmek gerektiğini söyledi. Şöyle dedi;
“Bir söz vardır, Akşam bulaşığı sana ağlar, sabah bulaşığına sen ağlarsın! diye. Bulaşığı akşamdan yıkamazsan, sabah temizlenmesi güçleşir. Birikirse, beklerse daha da güçleşir. Mustafa Kemal, on beş yılda altı yüz yılın bulaşığını temizlemek istedi. O kadar yapabildi!"
Kimi kafalarda altı yüz yıllık bulaşık... Bir “Osmanlılık” hevesi, cumhuriyeti bir türlü içine sindirememe. Dolaylı bir Atatürk düşmanlığı...
***
Hasan Eren’in haksız olarak adını koyduğu "İmlâ Kılavuzu" bir bulaşık örneği mi? Atatürk'ün kalıtıyla yaşayan bir kurumun, böylesine Osmanlıcı tutumu bağışlanabilir mi? Hasan Eren eskiden "arınmacı”lardandı. Dönem değişince, "Yaşayan Türkçeci" oldu, “İmlâ Kılavuzu" yanlışlarla dolu.
TDK kapanalı beri, oradaki üyeliğim de düştü. Artık, Dil Kurumu üyesi değilim. Ama, kendimi kurum yerine koyup, yazılarımda yabancı sözcük kullanmamaya özen gösteriyorum. Eskiden bu titizliği göstermezdim, üyeliği düşen tüm arkadaşlarım gibi. Kurumlaştım mı ne?
***
Gençler inanılmaz derecede umut verici. Bunun yeni bir örneğini, Mülkiyeliler Birliği’nin AST’ta düzenlediği “24 Ocak Kararları"nın değerlendirilmesi toplantısında, gözledim. AST’ı tıklım tıklım dolduranlar beş saat süreyle -çoğu yerinden kımıldamadan- tartışmayı izlediler. Soru yöneltenlerden biri, "Neden karşıt görüşten kimse yok?” diye sordu. Yalçın Küçük, buna şu karşılığı verdi;
“Mülkiyeliler Birliği Başkanı Cevat Gerey, bunun için çok çalıştı. Çağrılarda bulundu. Bugün o tarafta olanlar, bir ara bizimle birlikteydiler..."
AST'taki açıkoturumu Ergun Türkcan yönetti, açıkoturuma, Merih Celasun, Uluç Gürkan, Erhan Işıl, Aslan Başer Kafaoğlu, Yalçın Küçük'le Erdoğan Soral katıldılar.
Toplantı öylesine kalabalıktı ki, kaldığım süre içinde toplantıyı AST’ın makine dairesinden izleyebildim.
27 Ocak 1986, Cumhuriyet