Gardiyan Şaban, Ankara'ya iş aramaya gelmişti. İstanbul’a yola çıkarken, Şaban’a telefonda:
Orhan Apaydın öldü, onun cenazesine gidiyorum! dedim.
Yapma be abi, dedi. Uğunup kalmıştı...
Gardiyan Şaban İpçi’yi bir yıl önce, Orhan Apaydın göndermişti, bir notla; notta şöyle yazıyordu Orhan Apaydın:
“Kardeşim Ekmekçi.
Bu arkadaşların sana anlatacakları sorunları var: onlarla ilgilenirsen sevinirim."
Şaban İpçi'yle arkadaşı, cezaevindeki kimi sorunları çözüme kavuşturmak istiyorlar, Ankara'da yetkililerle görüşmek istiyorlardı. Oturup bir şeyler yazsam, Şaban’ların başlarına geleceği biliyordum... Yetkililer yalanlayacaklar, "Yok öyle bir şey" diyecekler, zarar görenler de Şaban’lar olacaktı. Çankaya'dan bir yetkili hukukçu, “Onlar Kemal Tekerek’e gitsinler, o sorunlarla ilgilenir" dedi. Gittiler; ona anlatılar, "efendim, böyleyken böyle..' dediler. Kemal Tekerek, dürüst bir insandı. Dinledi Şaban’la arkadaşını. Şöyle dedi:
O cezaevinde olup bitenleri ben de duyuyorum. Yakında İstanbul’a geleceğim. Sizin gibi memleketini seven dürüst kişilere gereksinim var. Siz hiç merak etmeyin, her şeyi düzelteceğiz. İşinizin başına gidin...
Şaban ile arkadaşı güle oynaya gittiler. İki gün sonra, Ceza ve Tutukevleri Genel Müdürlüğü yapmış olan Kemal Tekerek, yürek durmasından öldü mü? Ölüm haberini radyoda duyan Şaban uğundu kaldı...
Şaban’ın bütün dedikleri, ileri sürdükleri doğru çıktı. Kimi gardiyanlar, savcı yardımcıları bir ölçüde yerlerinden alındılar. Ancak giderayak Şaban ile arkadaşını da Doğu'nun çeşitli illerine sürdürmeyi başarmışlardı. Kimseye bir zarar vermeyeyim diye, tek satır yazmıyordum. Şaban İpçi, Doğu'daki görevinden ayrıldı, işsiz kaldı. Yine bir halden anlayan, Kemal Tekerek gibi dürüst bir kişi bulabilir miyim diye Ankara’ya geldi. Bu kez yanında arkadaşı da yoktu. Orhan Apaydın'ın ölümünü böyle öğrendi.
Yapma be abi, hep iyiler mi ölecek? Öyle kalakaldı..
Orhan Bey, bir gün bir duruşma dönüşü anlatmıştı, tutukevine nasıl girdiğini. Ali Sirmen’le ikisinin nasıl bir kelepçeye bağlanıp arabaya tıkıldıklarını. Bir ara, Ali'yi arabadan alıp götürmüşler, az sonra gelmiş. Kulağının üstünde kalan saçlarını da kesmişler. Meğer Ali'yi onun için götürmüşlermiş..
Sayrı sayrı tutukevinde yattı. Bir böbreği yirmi yıl önce alınmış. Bir dolu sayrılık eklenmiş üstüne. Bir de her bozukluğu kendine dert edinmiş mi?
Tutukevinden çıktığında “Haydi, iyisin!” diye takılıyordum. Bir arkadaşmıza son sıralarda:
Keşke tutukevinde kalsaydım, çıkmasaydım! demiş.
Çıktığında keyifli günleri olmuştu. Bir, içerideki arkadaşlarına, orada kalanlara üzülürdü. Tercümandan Ergun Göze'nin açtığı davanın duruşmasından çıkmıştık. Keyifliydi...
Orhan Bey, sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.
—Hadi seni yemeğe götüreyim, yemek yiyelim konuşuruz...
Senin yaptığını Çorumlu yapmaz! dedim.
Fıkrayı bilmiyordu, ben de bilmiyordum aslında. Bu sözü, bir “Ankara Notları”nda yazdım ya, kimi mektuplar geldi; "Ne demek, senin yaptığını Çorumlu yapmaz. Çorumlulardan özür dilemelisin!” diye. Orhan Bey'e anlattım gelen tepkileri:
Boş ver, onlar okuduklarını anlamamışlar; seni anlamamışlar! dedi.
Her telefon konuşmamızda bana “Çorumlu" derdi. Gülerdi...
Şişli Camisi avlusunda, başsağlığı dilediğim, eşi Gürsel Apaydın, “Çorumlu..." diyordu..
Ağabeyi Burhan Apaydın’la birlikte geçirdikleri trafik kazasından sonra, kendine gelemedi bir türlü. Sayrılıklardan gün görmedi.
Türkiye'de bozuk düzenin ölülerine, Orhan Apaydın da eklendi. Cumartesi sabahı Cumhuriyet'teki törene giderken Olof Palme'nin öldürüldüğü haberiyle sarsılıyorduk. Bir barış şehidiyle yanarken, bir başkasının haberi gelmişti. Cumhuriyet’in önü kalabalıktı. Dışarıda polisler, daha kalabalıktılar. Cağaoğlu'yla, Cumhuriyet arasındaki kavşak arabalara kapatılmıştı. Tabuta, yeşil örtünün de üstüne bayrak örtülmüştü. İlhan Selçuk konuşma yapıyor, merdivenlerin üstünde Niyazi Ağırnaslı başıyla, İlhan Selçuk'un söylediklerini onaylıyordu. Melih Tümer’le birbirimize başsağlığı diledik. Konuşmayı dinliyorduk. Hasan Cemal, Server Tanilli'nin mesajını okudu. Orhan Apaydın'ın cenazesi Cumhuriyet’ten Baro’ya götürülecekti.
Şişli Camisi çevresinde çok sıkı önlemler alınmıştı. Panzerler vardı. Bir süre önce Ruhi Su’yu da buradan kaldırmıştık. Nasıl da kalabalıktı...
Yazarlar, sanatçılar, hukukçular, gelebilenler gelmişlerdi. Sami Karaören, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'nun çok üzgün olduğunu Cumhuriyet'te anlatmıştı Nadir Nadi'ye. Aziz Nesin’i cami avlusunda şöyle bir gördüm. “Ben gidiyorum" dedi. Abdullah Baştürk, Tarık Zafer Tunaya, Necdet Uğur, Yaşar Kemal, M. Ali Aybar, Yalçın Küçük, Vedat Türkali, Cevat Geray, Bilgesu - Müştak Erenus, Haydar Dümen, Sudiye Savcı, Bahriye - İlhami Soysal, Gülçin Çaylıgil, Emil Galip, çok var. Saymakla bitmez. Ankara'dan gelenler vardı. İşçiler vardı; bira işçileri. Gençler vardı, duyup gelen. Taa karşıki apartmanın üstten aşağıya doğru ikinci katında, fotoğraf çekenler vardı. Aşağıdaki kalabalığın resmini çekiyorlardı. "Videocu Amcalar" mıydı bunlar?
Zincirlikuyu Mezarlığı’nda Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil'in çok yakınında bir yere gömüldü. Kalabalık görevliler, Ruhi Su'daki denli değildi. Ama başka tür bir şey gördük. Sıraya dizilmiş değil pek, dağınık gibi kimi kişiler, ellerinde kağıtlar Zincirlikuyu'dan çıkan arabaların plaka numaralarını yazıyorlardı Neden? Kimler cenazeye geldi, onları saptayalım diye mi? Nasıl olsa arabaların trafikte kayıtları var, oradan çıkarır, Orhan Apaydın’ın cenazesine kimlerin gittiğini saptarız, öyle mi?
Arabalann plaka numaralarını alanlar, kaçırmamak için nasıl da titizdiler. Bir filmi seyrediyorum sandım. Üzüldüm. Bunca insanı, cenazeye gelenleri saptamakla görevlendirmek us alacak şey miydi? Bir de araba plakalarını saptayarak, gelenlerin adlarını öğrenmeye çalışmak. Günlerce, kimlik saptamayla uğraşılacak, kimi insanlar bu işi yapıyorlar diye devlet bütçesinden beslenecek. Ne için?
Şoföre takıldık:
Senin numarayı da aldılar, neden aldılar dersin?
Şoför bir Rumeli göçmeni, takılmaya takılmayla karşılık veriyor:
Cenazelere gelenlere, sonra çağırıp para veriyorlar, belki ondan almışlardır plakalarımızı!
Ne parası? Belki çağırıp, “Senin arabanda kimler vardı, anımsıyor musun? Ne konuştular arabanın içinde?” diye soracaklardı. Bunu anımsattım. Şoför:
Abi, madem öyle şu kartlarınızı verin de. Sorduklarında verivereyim!
Şoför, Turgut Bey'in partisine oy vermişti, cin gibiydi usunca..
“Ankara Notları”nda, adlar yazardım ya, videoya almalardan, araba plakaları saptamalardan sonra, elim varmaz oldu adları yazmaya. Gönderilen çiçeklerin üstünde kimlerin yolladığı yazılı. Birinde, “Başbakan Turgut Özal” yazılıymış. DİSK’in çiçeğiyle yan yana mı, üst üste mi konmuş?
“Sarış Derneği Tutukluları" çiçeği gözüme çarptı. Burkuluverdim. Kalabalıktan göremedim, dışarı çıkanlar kuşkusuz oradaydılar...
Dışişleri Bakanlığı’nın da, Londra Büyükelçisi Rahmi Gümrükçüoğlu’nun da, Türkiye Barış Derneği yöneticilerine yönelttikleri suçlamalar haksızdı, yersizdi. Duracağım bu konunun üzerinde daha...
* * *
Düzeltme: Cumartesi günkü. "Videocu Amcalarla, Bozuk Düzenin Ölüleri..." başlıklı “Ankara Notları”nda, “Eve dönüşte öğrendim Orhan Erbuğ'un oğlu Soydan Erbuğ’un trafik kazasında öldüğünü" tümcesinde geçen Soydan’ın, Erbuğ'un oğlu değil, kızı olduğunu öğrendim. Okurlardan kimi, İstanbul'a santrala telefon edip not bırakmışlar. Düzeltirim...
3 Mart 1986, Cumhuriyet