İstanbul dönüşü, Süleyman Bey’le konuşuyordum. İsvanlara ‘geçmiş olsun" telgrafından sonra, Apaydınlara "başsağlığı" telgrafı çekmişti. Süleyman Bey
Orhan Bey bizim eski mebusumuzdur... dedi.
Süleyman Bey'e sordum:
Menemen seçimlerine ne diyorsunuz?
Valla, yadırganacak bir tarafı yok aslında...
ANAP alamazdı zaten değil mi?
Alabilse alırdı (Gülüşmeler!) Demirel mantığı deme de (Kahkahalar!)
Olof Palme olayı için de:
Kurşundan kaçılmaz, diyordu; kurşun hedefini bulur... Bir demokrat ülkede bir Başbakanın koruma polissiz, eşiyle birlikte, gece sinemaya gidebilmesi ne güzel bir şeydir. Prof. Rona Aybay, şöyle diyordu:
Olof Palme’nin ölümüne kahroldum. Ama, bir devlet adamanın koruma polissiz sinemaya gidebilmesi, bu nedenle ortadan kalkarsa, o beni daha da kahredecek...
Orhan Apaydın'ın cenaze töreninden sonra, Vedat Türkali’yle konuşuyorduk. Konu, Orhan Apaydın’ın ölümü, Olof Palme'nin vurulup öldürülmesiydi. Vedat Türkall, İsveç'te bulunduğu yıllarda iki olayı oradaki arkadaşlarından dinlemişti. Olof Palme'nin Başbakanlığı sırasında, meclisten çıkan bir yasa, işçilere sayrı oldukları zaman, belli bir süre işe gitmeme hakkı tanıyordu, işçiler de bu süre içinde, herhangi bir rapor ya da belge getirme durumunda değildiler. İşyeri, "Hastaydım!" diyen işçiye inanma durumundaydı. Karşı partiden milletvekilleri, "Olmaz öyle şey" diyorlardı. Olof Palme, eleştirilere karşı kürsüye çıktı. şöyle dedi:
Rica ederim baylar, bir insan “Hastayım" diyorsa hasta değil midir?
Vedat Bey:
Ben, dedi. İsveç sosyal demokrasisini sevmiş biri değilim, ancak orada insana, insan haklarına gösterilen saygı, küçümsenecek bir şey değildir.
İsveç'te insana verilen değer konusunda, bir başka örnek de şöyle: Bir bankayı soymaya gelen bir kişi, elinde tabancası,
Kımıldamayın, getirin paraları! der. Herkes ellerini havaya kaldırır. Bu sırada, önünde büyük bir deftere yazılar yazan bir kız, kurnazlıkla eli tabancalı soyguncunun arkasına dolanarak, koca defteri soyguncunun başına indirir. Bu kez, bankadaki görevliler koşarak soyguncunun elinden tabancasını alırlar, sonra polisler gelir. Adam mahkemeye verilir
Kimi ülkelerde olsa, soyguncunun başına defteri vuran kızın gazetelerde boy boy resimleri çıkar,"kahraman" diye yazılar çıkar. Orada öyle olmaz. Kız hakkında soruşturma açılır. Kıza sorarlar:
— Sen bunu nasıl yaparsın? Ya kafasına defteri vurduğun zaman adam beyin kanamasından ölseydi? Ne hakkın var vurmaya? Bu, polisin görevi, sana ne? Polis bunu yakalar, yargı önüne götürür, yargıç da cezasını verir. Sen, onun kafasına vurma hakkını nereden alıyorsun? Ya adam ölseydi, sakat kalsaydı, ne yapacaktın o zaman? Biz ne yapacaktık?
Geçenlerde Ankara'ya İsveç Radyosu'ndan Arslan Mengüç geldi. Türkiye'de yöneticilerle, politikacılarla konuşmaya çalışıyordu. Pek bir kimse bulamamış olmalı ki, "Sizinle bir konuşma yapsam!" demez mi? Aman Aslan Bey, nasıl olur? Sonunda, o İsveç izlenimlerini anlatırsa, ben de onunla konuşmaya razı oldum. Arslan Mengüç'ün anlattıklarını bir “Ankara Notları”nda aktaracağım. İsveç'teki Türkler ne yapıyor, sergileyeceğim...
İstanbul'dan Ankara’ya döndüm ama, Orhan Apaydın olayının etkisinden kurtulmuş değilim daha. Sayrı sayrı, elleri arkadan kelepçeli duruşmaya götürülen kişinin, birçok sayrılıktan birden ölmesi, işkence değil de nedir? Bir ölüm cezası verilip uygulansaydı sonucu başka mı olurdu? Buna doğal bir ölüm diyebilir miyiz? Ya işkenceler, eziyetler sonucu sakat kalmalar?
Londra Büyükelçisi Rahmi Gümrükçüoğlu, tutucu (Muhafazakâr) Parti Milletvekili McCrindle'a yazdığı mektupta, Barış Derneği ile ilgili yanlış, haksız yorumlarını sergilerken, "İşkence" konusuna da değiniyor: ".. Uluslararası Af örgütü’nün çeşitli raporlarında kabul edildiği gibi, kuruluşun, Türkiye’de işkence ve kötü muamele konusundaki sonuçları, ülkeyi yasadışı yollardan terkeden ve Avrupa ülkelerinde yaşayan bireylerin tanıklığına da dayanmaktadır. Bu kişiler(in) Türkiye'nin Batı Avrupa ile İlişkilerinde yakın zamanda görülen gelişmelerden çok rahatsız olan çevrelerin çabalarına katılmaları sürpriz olmadığı gibi, Uluslararası Af Örgütü'nü, Türkiye’nin, Batı ile ilişkilerini bozmak üzere görünümünü, zayıflatmak için sömürüyorlar..."
Büyükelçi, daha sonra Barış Derneği ile ilgili yorumlarına geçiyor. Büyükelçi Rahmi Gümrükçüoğlu'nun yapacağı tek şey var, görevinden çekilip Ankara'ya dönmek. Gümrükçüoğlu olayına Uğur Mumcu da değindi ayrıntılı biçimde...
Reha İsvan'ın Zeynep Oral’a anlattıkları, çok kişinin tüylerini diken diken etmiş olmalıdır. Görüşmeciye çıkan, ya da görüşmeye gelen kızların kadınların çırılçıplak soyunmalarının istenmesi, eziyet değil de nedir? İçerdeki çok kişi, dışardan gelecek görüşmecisine "Beni görmeye gelmeyin" diyorsa, bunun bir nedeni olmalıdır. Reha İsvan anlatıyor Zeynep Oral’a:
"...Beni ilk soyacakları gün polis odasında en az sekiz kişi vardı polis ve gardiyan. Arama bahane. Görüşe çıkarken ve dönerken arıyorlar. Beni bir günde altı kez soydular. Ama görüşte önü iki camlı kutu gibi bir şeyin içine giriyorsun. Oradan telefonla diyelim eşinle konuşuyorsun. Arkanda askerler var. Görüşmecinle aranda İki kat camdan başka demir parmaklık var. Bir yanında polis de telefonu dinliyor. Tüm telefonlar dışarıda bir komisere bağlı. Har an kesebilirler konuşmayı. Yani kısaca görüşmede karşındakiyle en ufak bir temas olanağı yok. Bu görüşten sonra yine polis odasına alıp 'Soyun' diyorlar. Bana ilk 'Soyun' dediklerinde şöyle düşündüm: Amaçları tepkimi görmek. Öfkelenip direneceğim, onlar da zapta geçirecekler.
— Peki ne yaptınız?
— Odadakilere bakıp güldüm. 'Tam da striptiz yapacak hava' dedim. 'Ama müzik uygun değil', dedim. Çünkü radyoda arabesk çalıyordu. Çok seviyorlar arabesk müziği. 'Genellikle bu iş hafif Batı müziği ile daha iyi olur’ dedim. 'Nereye kadar isterseniz soyunayım. Çünkü bunun benim için hiçbir anlamı yok' dedim. Bu bana hakaret gibi gelmiyor. Gençlerin buna tepki göstermesini anlıyorum, saygı duyuyorum. Ama 60 yaşında bir kadın soyunsa ne olur soyunmasa ne olur?..." (Milliyet, 24 Şubat 1986, S: 13)
5 Mart 1986, Cumhuriyet