Çamur Özlemi...

Seçkin, ablasına:
Bu Cumhuriyet'in yaptığı ayıp vallahi, dedi. Ali Sirmen hapisten çıktı diye, Samim Lütfü’nün işine son verilir mi? O da yazsın, o da...
Kız deli, Ali Sirmen’le Samim Lütfü aynı!
Yaaaa?
Sen bilmiyor muydun, anlamadın mı?
Bilmiyordum, nereden bileyim, söylemediniz ki...
Canım, anlaman gerekirdi; Ali Sirmen hapse girdiğinde, "Ali’nin yeri boş kalacak" diye yazmadılar mı? Boş kalınca, oraya Ali Sirmen'den başkası yazabilir miydi? Yazısının biçeminden de mi anlamadın?..
Hay Allah, üzüldüm dedi. Seçkin, ben Samim Lütfü’nün yazılarını daha çok seviyordum...
Samim Lütfü’nün son yazılarından biri, "Cinayeti Gördüm" yazısıydı, Ali'ye:
O yazın çok güzeldi, dedim telefonda. "Hangisi?" diye sormadı.
Benim tüm yazılarım güzeldir! dedi. Bu kez yutmamıştı.
"Cinayeti Gördüm" yazısı çok beğenilmişti. Okuyanlar, "Okul kitaplarına konacak yazı" diyorlardı. Böyle diyenler öğretmenlerdi.
Orhan Apaydın, cezaevinden çıktıktan sonra, eşi Gürsel Hanım'a:
Adaya gideceğim, kırlara gideceğim, papatya toplayacağım! demişti. Gürsel Apaydın anlattı:
Kurban bayramındaydı, cezaevinden çıkışlarından biriydi, hiç yapmamıştık. Maltepe'den çıktık, Kavaklara dek gittik. Sonra Ada’ya gittik. Bana:
Bunlar bir anı, unutma! dedi. Çok sık söylerdi, ne yapsa "Bu bir anı olarak kalsın, sakın unutma!" derdi. "Bir daha girersem, asla çıkamayacağım! Artık dayanamam!" diyordu. Barış Derneği'nin öbür sanıkları da salıverilince çok sevinmişti, telefon etti, "Beni bekleme, çalışacağım, kendimi avukatlığa vereceğim. Çalışmam gerek" dedi.
Cenazesine, İstanbul'a gittiğimde, arkadaşlarla konumuz Orhan Apaydın'dı. Yazarlar Sendikası davasında mı, bir başka davanın duruşması sırasında mı, bir gün Apaydın şöyle demişti:
Benim sizin aranızda ne işim var? Bana işte, bu yüzden daha çok kızıyorlar. Bir Nazım Hikmet'e, kızsalar da saygıyla, imrenerek bakıyorlar, "Helal olsun be, adamda mangal gibi yürek var!” diyorlar. Benim ise, o yolda olmamı istemiyorlar. "Senin yerin orası değil!" diyorlar. Onun için işte bana daha çok eziyet ediyorlar...
Menderes'in avukatlığından, AP milletvekilliğinden yola çık, gide gide, solcuların, ilericilerin arasında yerini al, bağışlanacak şey mi?
Orhan Apaydın’ın büyüklüğü burada. Okurlar anlamışlardır, Salı günü çıkan "Bu da Washington'dan..." başlıklı "Ankara Notları"ndaki belgeleri boşuna açıklamadım. Orhan Apaydın’ın her gün ölüme gittiği, yıllar öncesinden taaa Amerika'lardan sezilip, girişimlerde bulunulmuş da, yetkililer kös dinlemişler. Barış yılında, barışın bir dalı, kırılıp, kuruyup gitmiş!
Salı günkü yazıdan söz ettim Mehmed Kemal'le yazı günlerimizi değiştirdik. Mehmed Kemal, pazartesi, çarşamba, cumartesi günlerini aldı; ben de onun salı, perşembe, pazar günlerini. Müşerref Hekimoğlu yine cumaları yazacak. Mehmed Kemal pazar günleri "Dergi"deki yazısıyla, bir pazar yazısı daha yazmış olmasın diye, böyle bir düzenleme yapıldı…
İlhan Selçuk, "Köşe yazısı yazmak, hem kolaydır hem güçtür" diyor, yazılarına mola vermezden önce. Bunu onunla daha önce de konuşmuştuk. Çok güç yazı yazdığımı söylediğimde:
Biz kolay yazarız kardeşim! demişti, imrendim.
Nadir Nadi anlatmıştı; o yazısını hiç düzeltmezmiş. Nasıl yazmışsa, öyle verirmiş. Yazıyı okuyanlar, dizenler, gelirler; "Efendim, şurası şöyle olmayacak mıydı?" diye sorarlar, o da o zaman düzeltirmiş.
Yazdığımı okumam hemen hemen. Eşim okur, düzeltir kimileyin. Kimi de öyle gider. Gider ama, kafamda kuşkular gitmez. "Şu sözcüğü öyle değil de, şöyle deseydim, tümceyi şöyle kursaydım?" diye içim içimi yer. Müsvedde yapsam, temize çekerken, bir başka yazı çıkar.
Geçen gün, masamı bir düzelteyim dedim; okur mektuplarından, kitaplardan daktiloyu koyacak yer kalmamış. "Domuz'la ilgili mektupları, bir ayrı torbaya koydum. Hakkı Özkan'ın iki taşlaması çarptı gözüme, şöyle demiş Hakkı Özkan:
"Hayır, domuz haramdır bize!
Ona bakıp beslemek ters düşer dinimize;
Bedava verseler de biz domuz yemeyiz,
Ama domuzdan daha domuzunu sinemizde besleriz!"
Bir başka taşlama da şöyle:
"İşin mi yok Ekmekçi, domuzlarla uğraşma;
Domuzları çok rahatsız ediyorsun;
Domuzların domuzlukları çıktıkça ortaya,
Onları daha çok domuzlaştırıyorsun!"
Salih Acar'ın, Çankaya'da Lamelta’daki "Kuşlar" sergisinden sonra, Gül Derman’ın Tanbay’daki "muzır"(!) çıplaklarından önce gördüm Türk-İş Sanat'taki içeridekilerin karikatür sergisini. Lamelta İtalyanca "Seni seviyorum" mu demekmiş? Türk-İş'teki sergiyi Gırgır Dergisi'yle, Çağdaş Gazeteciler Derneği ortaklaşa düzenlemişler. "İçeriden Dışarıya Sevgilerle" adı. İğne atsanız yere düşmüyor. Çokluk gençler izliyorlar. İnfaz yasasında değişiklik yaparak, cezaları gıdım gıdım indirmeyi düşünenler, gidip görsünler sergiyi. Bu sırada çarptı gözüme H.T.'nin "çamur”la ilgili mektubu. 11 Eylül 1985 günlüydü. Şöyle diyordu:
"Sayın Ekmekçi;
Ankara'ya bugün bir kez daha yağmur yağdı ve ben Gaziosmanpaşa'da ellerimi havaya açıp yağmuru avuçladım, yerden çamur alıp kokladım ve bir kez daha anımsadım Diyarbakır Askeri Cezaevini.
Cezaevinde kimisini çocuk özlemi, kimilerini eş-dost, anne-baba özlemi yakar. Ama bana ve benimle birlikte 33. Koğuşta kalanlara koymadı hiçbir özlem yağmur ve toprak özlemi kadar. Duruşmaya giden arkadaşlara "Yolda çamur görürseniz kaçırmayın, ayaklarınızı çamura batırıp, koğuşa çamur taşıyın!" derdik. Mahkemeden gelenler bizi sıraya geçirirlerdi; çamuru sırayla elimize alır, koklardık. Kimileri dayanamaz, yüzüne, gözüne sürerdi; kimileri yerdi, yutardı. En çok çamur getiren arkadaş, en başarılı insandı gözümüzde. Beton yığını içerisinde toprak özlemi bir başkaydı. Saygılarımla".