Fıkralarla Olaylar

Cuma günü, Büyük Ankara Otelin'de, İstanbul Teknik Üniversiteliler Birliği'nin geleneksel toplantısında, Başbakan Turgut Bey de vardı. Bir ara mikrofona o da geldi, mühendislere:
Sizleri neşelendirmek için ben de bir fıkra anlatayım, dedi, şöyle konuştu:
1980 yazında Başbakanlık Müsteşarıyken, Paris’e kredi bulmaya gitmiştim. OECD'nin borç verme grubuyla toplantılar yapıyordum Bir yandan da borçların ertelenmesini konuşuyorduk. Para grubunun başkanı bir ara sordu:
Bay Özal, dedi, hem borçlusunuz, hem yeni borç istiyorsunuz. Bunları nasıl ödeyeceksiniz?
Size dedim, bir Nasrettin Hoca fıkrası anlatayım; fıkrayı anlatırsam hoşlarına gideceğini düşündüm; başladım anlatmaya: Nasrettin Hoca, yol kıyısına çalılar dikiyormuş; "Hocam, bunlar ne?" diye sormuşlar. Hoca karşılık vermiş: “Bu çalılarla borçlarımı ödeyeceğim. Eklemiş: "Bu yoldan koyunlar, kuzular geçecek, yünleri bu çalılara takılacak, yünleri toplayıp eğireceğiz, sonra dokuyup satacağız, borçlarımı da böylece ödeyeceğim!”
Turgut Bey ekledi:
Ben fıkrayı anlattıktan sonra baktım, gülmek bir yana, gülümseyen bile yoktu. Para grubu başkanın da öbürlerinin de suratları asık...
Turgut Bey fıkrasını anlattıktan sonra yerine oturdu. Mühendisler arasında fıkraya gülen olmadı! Vedat Dalokay:
Turgut Bey fıkrayı bağlayamadı! dedi; bir ara yanına gidip konuştu. Kimi mühendisler de:
Başbakan bu fıkrayla bir mesaj veriyor. Türkiye’nin durumuyla ilgili... dediler...
Prof. Sadun Aran’de, Mülkiyeliler Birliği Salonu’ndaki konuşmasında yer yer fıkralar anlatıyordu. Teknolojik gelişmenin zorunluluğunu anlatırken, şöyle dedi satır başlarında ana çizgileriyle:
“Teknolojik düzeyimizin gelişmesinde engeller var; jet motoru, atom santralı nasıl yapılır? Bunu bilmek gerek. Bunu bilsek bile onu yapmak güç olabilir. Büyük sermayeye ve yatırıma gereksinim vardır. Çok sayıda yatırım yapmak gerekir. Yalnız bilmek yetmez. İngiltere'de çimenler vardır, çok bakımlıdır. Londra’da onun üstünde yürürler. Çok hoştur. Amerikalının biri İngiltere’ye gelmiş, bu çok hoşuna gitmiş, "Biz de yapsak bu çimenlerden” diye düşünmüş. Sormuş:
Nasıl yapıyorsunuz?
İngiliz karşılık varmış:
Çimleri ekiyoruz, üstünden de merdane geçiriyoruz. Bunu beş yüz yıl sürdürmek gerekir!"
Sadun Bey’in konuşmasını pazar günkü Ankara Notları'nda, kısaca vermeye çalışmıştım ya, kanımca eksik verdim. Yerim oncağızdı. Sadun Bey’in bağımsızlık üzerine ağırlık verdiğini yazmıştım. Sadun Bey şöyle diyordu:
"Teknolojik düzeyi geliştirmek için, olanakların kullanılması, bunun için de devlet politikası gerekir. Böyle bir şey bağımsızlığı gerektirir. Bağımsızlık da iki aşamalıdır:
Çıkarları belirlemekte özgür olmak,
Bu çıkarları savunmakta özgür olmak.
Bağımsız değilseniz, ülkenizi kalkındırmak için bir şey yapamazsınız. Türkiye'ye özel yabancı sermaye çokça gelirse, bunlar içendeki yönetimle işbirliği yapar ülkenin yönetimini etkiler, ülkenin bağımsızlığı canevinden zedelenir. Yabancı sermaye diye, diyelim bir Amerikalı Türkiye’ye sermayesini getirse burada yatırım yapsa bunda bir zarar yok. Amerikalıyı evlendiririz filan (gülüşmeler). Gelen yabancı şirket ise, onun çıkarı başka. Bunun çıkarı ile Türkiye'nin çakarı aynı olmaz. Bizim bağımsızlığımızın simgesi TBMM'dir. Gelen şirket onu etkilerse o zaman yandık! Türkiye’de böyle bir durum yok, ama olabilir de. Yabancı sermaye var ama o kadar etkin değil. Yabancı sermaye kâr olmadığı için gelmiyor. Kâr olsa gelir. Fakat yabancı sermayeye karşı uyanık olmak gerekir. Canım fena mı? Şimdisi için fena olmaz, sonra için fena olur.
Eşit işlem görmenin tek yolu eşit olmaktır. Eşit gibi işlem görmek yetmez. Herkesten aynı parayı alsalar, yoksul adamdan daha çok almış gibi olur. Eşitlik, tek bir dünyaya gitmenin yolu olarak da gereklidir.
Türkiye için, kredi bakımından biraz kötüdür durumumuz. Borçluyuz. Cari harcamalarımızı sürdürebilmek için borç almak zorundayız. Bugünkü yaşam düzeyimizi sürdürebilmek için 15 miyar dolara gereksinim var. Sonra büyük şirketler sizin gelişmenizi de istemezler; ‘Canım büyük baraj yapmayın!' demişlerdir. Türkiye’nin gelişmesini, kendi gelişmesinin dümen suyunda istiyorlar..."
Sadun Bey’e konuşmasından sonra çeşitli sorular soruldu. Bir dinleyici, "ANAP’la DYP arasındaki ayrımı" sordu. Aran buna şu karşılığı verdi:
— ANAP, daha çok dışa açılmaya yönelmiş, ona uyum sağlamış sermayenin partisi; DYP ise, yine sermayenin partisi, ama içeri dönük, biraz korumacı bir parti diyebiliriz.
Bir dinleyici de, "Gerçek ve saf kapitalizm nedir?" diye sormuştu. Aren şöyle karşılık verdi:
— Gerçek kapitalizm nedir, ben ne bileyim? (Gülüşmeler) Bir kapitalist üretim biçimi başladı. Daha bitmiş değil. Habire dönüşebiliyor. Kapitalizm özüne doğru gelişiyor. İlk sıralarda kapitalizm zavallı bir durumdaydı. Fransız Devrimini anımsayın. "Burjuva devrimi" dedikleri bu. Adam Smith, kapitalizmin banisi filan değil. Kapitalizm o zaman öyle serbest filan da değil. Beyler var, vs.
Kapitalizmde iyilik aramayın! Ekonomik liberalizm demek, ‘gücü gücü yetene’ demektir. Siyasal liberalizm iyidir. Tamam. Serbest rekabet de iyidir! Buralarda yanılmayalım işte...
Haberler var, çöpleri Adana Belediyesi özel sektöre toplatıyormuş! Emlak vergisini de bir adam toplasın diye ... bir şey varmış! Eskiden "Amme menfaati" dediğimiz, “kamu yararı” diye bir söz vardı. Mülkiyeliler bilirler. 50 yıl öncesinde “iş adamı" bu denli makbul değildi. İş adamı demek ayıp sayılırdı!
Kapitalizmin safı, daha serbest rekabete ve dünyaya açık olmak demektir..."
***
ABD Dışlişleri Bakanı George Shultz'un Türkiye'de olduğu günlerdeydi. Sirte Körfezi olayı da sürmekteydi. Ankara'daki Libya Halk Sekreterliği sabaha dek açık kaldı. Diplomatlar çalıştılar. Libyalı bir diplomat, Türk bayana şöyle dedi:
Amerika'nın iki karısı var. Birisi Müslüman, öbürü Hıristiyan. Birbirinin kuması. Müslüman karısı, çok bağlı, sadakatli. Kocası onu zaman zaman azarlıyor, dövüyor, hırpalıyor. Müslüman, hiç sesini çıkarmıyor. Yine onun yolunu bekliyor. Üstüne başına bakıyor, söküğünü dikiyor. İsteklerini yerine getiriyor! Hristiyan karısı ise, sarışın, ruj sürüyor, takıp takıştırıyor. O batılı. Kocasını da pek dinlemiyor! Kocası ise, Hıristiyan karısını daha çok seviyor. Onun her şeyine katlanıyor. Fıkra burada bitiyor...
Gazetelerde haberler: Shultz, İstanbul'da toplantı yaptığı, iş adamlarını neredeyse azarlıyor; Atina'da Shultz için aleyhte gösteriler yapılıyor. Sonunda Shultz Atina'dan hoşnut ayrılıyor..
Çetin Altan'ın "George'a Mektup" başlıklı fıkrası, pazar günkü Güneş'te çıktı. Şöyle diyordu Çetin Aftan fıkrasının bir yerinde:
"Sen buradayken doğrusu çok eğlendik. Ne zaman canımız sıkılsa seni yemeğe çağırıyor, tozunu havaya savuruyorduk.
Sen işin sonunda kalktın:
Ulan iki lokma ekmek karşılığında beni kum torbasına çeverdiniz, demeye başladın.
Senin orda boksörler kum torbası üstünde çalışırlarmış. Bizim burada adetler başka olduğu için, senin dilindeki "kum torbası"nın bizdeki karşılığı "şamar oğlanı"dır. O gelir bir tane patlatır, öteki gelir bir tane patlatır.
... George buraya bak, gözünün akını yiyeyim, bize çok gönül koma...
Senin Amerikan bezlerinden daha iyisini yapıyoruz burada. Basma masma, şile bezi, emprime, ne varsa hepsini alıver, olsun bitsin.
Burada her şey bıraktığın gibi.
Aramızda da arada sırada çekişip senin kulaklarını çınlatıyoruzz.
Arslanım George, yanaklarından öperim, by by...”