Reha İsvan’ın Söyleşileri -1-

Reha İsvan'ın, Ankara’da Mülkiyeliler Birliği’nde yaptığı konuşmayı, kapının dışından, ayakta izleyebiliyordum. Salon tıklım tıklım, ses yükseltici yerleştirilen odalar, öyle. Asıl göze çarpan, izleyicilerin yüzleri. Önümde duran bir genç kız, dudakları kurumuş, soluğu kesilmiş, konuşmayı dinliyor. Kimse öksüremiyor bile. Bir dinletide olsa, parça bitip sanatçı soluk alınca, dinleyiciler öksürürler, yine susmak, dinlemek için, öyle. Ben görmedim, içerdeki salonda gizli gizli ağlayanlar varmış.
Reha İsvan'la eşi Ahmet İsvan hafta içinde Ankara’daydılar. Sokaklarda bir yabancı gibi dolaşıyorlardı. Sıhhiye’de Strasbourg Caddesi’ndeki "Fayton"a mantı yemeye giderken, Ahmet İsvan sordu:
Şurada bir yerde Ankara Sineması vardı değil mi?
Ankara Sineması yıkılalı yıllar olmuş. Reha Hanım içerde yürümesini unutmuş gibiydi. Cumhuriyet’te buluşacaktık, görüşme saatinden önce, İnkılap Sokak'ta bir tur atıp, Cumhuriyet Bürosu'nun yerini saptamaya çalışırlarken gördüm ikisini de. Reha Hanım, yolda yürürken:
Siz bana anlatın, buraların nereler olduğunu? diyordu.
Reha Hanım’ın konuşmasına geleyim: Konuşması bittiği zaman, bitmez tükenmez bir alkış koptu. Genellikle, böyle söyleşilerde, söyleşi bitince sorular sorulur. Reha İsvan'a kimse soru sormadı. Ne soracaktı?
Reha İsvan konuşmasına şöyle başladı:
"İnsanoğlu dünyaya gözünü açtığı ilk andan başlayarak suç-eğitim-ceza sorunları, birbiriyle ilişkin olarak, var oldu sanırım. Ama, şu süreçte ülkemizde olduğunca, hem birbirine ulanmış hem de bu boyutta önem kazanmış olmadı belki de... Kuşkusuz çağ ölçeğinde göreceli olarak oranlamıyorum... Belki de 'Ateş düştüğü yeri yakıyor’ abartıyorum.
Geçenlerde benimle 'ABECE' Dergisi adına söyleşi yapan bir arkadaştan duydum, pek doğru buldum; "Zor kapıdan girince, eğitim bacadan çıkar" denirmiş.
Sorunların, 12 Eylül'e gelinmesi nedenlerinin temeline inilmesini engellemek için 12 Eylül öncesi işlenmiş her günahın sorumlusu olarak gençliğimiz suçlandı ve her türlü önlem alınarak, sözümona adam edilmeye çalışıldı. Dehşetengiz gözdağı yöntemleri geliştirildi. Akıl almaz boyutlarda zora başvurularak gençlerimizi eğitmek yoluna gidildi.
Bu gençleri suçlama kampanyasına, duyuyorum ki giderek bir bölüm yazarlar da katılmış, başımıza gelen her şeyin nedeni sayılan gençlerimize onlar da ucun ucun veryansın etmeye başlamışlar.
Ben uzun süredir, suç işlemiş oldukları varsayılan, daha yargılanmadan suçlu ilan edilmiş olan ve yargılama, delil bulma, kanıtlama işleri uzun zaman aldığından, vakit yitirilmeksizin ‘ceza yoluyla' eğitilmeye başlanmış olan çok sayıda gencimizle beraberdim. Halleri nicedir, nasıl ve ne kadar eğitildiler, ‘zor, kapıdan girince eğitime ne oldu?’ size gördüklerimi anlatmaya geldim. Bu fırsatı bana veren Mülkiyeliler Birliği sayın yöneticilerine candan teşekkür ederim.
Suçlu gibi görülen gençleri önce içeri alıyorsunuz; sonra bu ‘içeri alınanlara', ‘insanın suçluluğuna önceden kendisinin inandırılması gerektiği' savından yola çıkıp, bu doğrultuda türlü yöntemler, yaptırımlar, ‘bilumum mezalim'i deniyorsunuz. Suçlu varsayılan gençleri dersem, sendikacı, politikacı, meslek örgütleri mensupları, benim gibi 60 yaşında barış savunucuları vb.'ni da katmak gerekir suçlu varsayılanlara ".
Buraya bir nokta koyduğunu söyleyen Reha İsvan, suç kavramı üzerinde durdu. Daha sonra "işkence” konusuna geçerek söyleşisini şöyle sürdürdü:
"... İşkenceye direnç, inanç gücünden kaynaklanabileceği gibi, bedensel dayanıklılığa, fizyoloiik güce, psikolojik sağlıklılığa da bağlı ister istemez...
Suçluluk konusunda uzman olmayan bir kişi olduğum için fazla ayrıntıya girmeden şunu ekleyeyim: Sinir gücü ve sağlam bünyesiyle işkenceye dayanabilen bir kişi, suç sayılan bir fiili işlemiş olsa da aklanabiliyor, salıverilebiliyor. Oysa gençlik coşkusuyla önemsiz birtakım ataklıklarda bulunmuş biri, doğası gereği 'işkenceye yenik düşebiliyor ve bunun sonucu olarak yıllarca özgürlüğünü yitirebiliyor'. Hal böyle olunca da, suçlu ile suçsuzu ayırmak güçleşiyor, hatta işkence, ya da kötü muamele, zora başvurma uygulamaları sürdükçe, suçlu suçsuzdan kesin olarak ayrılamıyor.
Suç konusunda bir de pişmanlık ve itiraf durumu var ki, o da zihinleri karıştırabilecek nitelikte. Her ne kadar ’vatanperverane’ girişimlerle sunuluyorsa da, Pişmanlık Yasası'ndan yararlanmayı içine sindirenler, bunu kendi çıkartan için yapıyor, korktuğu için, daha fazla yatmaya mecali kalmadığı için, canını kurtarmak için itirafta bulunuyor.
Bu kadarla da kalmıyor, itiraf etmede çoğu kez, öbür çeşitli faktörler de etkin oluyor. Bakınız bir örnekle belirteyim suçlu ile suçsuzun daha da nasıl birbirine karıştığını; tehdit, gasp, cinayet türünden çok sayıda ‘suç işlemiş biri’, zaten önceden 'bu suçları inkâr etmemiş biri’, ölüm cezasından kurtulmak için, ‘pişmanım' diyor ve suçları birlikte işlediğini ileri sürdüğü arkadaşlarını ele veriyor. Bu listede nişanlısı yer almıyor. Kız, bu gencin nişanlısı olduğu için tutuklanmış, zaten adam, kızın annesinin evindeyken yakalanmış ve bu nedenlerle kız da yargılanmakta... Aradan zaman geçiyor, genç kız Metris'teki birazdan sözünü edeceğim ‘çapraşık amaçlı kültür etkinliklerinden' yararlandığı sırada, bir başka tutuklu gençle arkadaş oluyor. Bu kez, eski nişanlısı kıskançlık duygusu ve intikam kastıyla aradan uzun süre geçtiği halde, ihbar listesine kızın adını da ekleyeceğini açıklıyor. ‘Biz suç işlerken nişanlım da yanımdaydı' diyor. Kendisi, onca suçu işlemiş olduğu halde çıkıyor, genç kız kimse hakkında muhbirlik yapmadığı, belki de yapacak durumda olmadığı, kimseyle birlikte suç işlememiş olduğu için, idamdan dönüp ölesiye (müebbet) hüküm giyiyor, şayet iyi hali görülürse, infaz Yasası'ndan yararlanıp ‘eksiksiz’ yirmi yıl yatacak...
... Suçlu olduğunu yadsımamış, suçu sabit bulmuş birinin sözü kanıt teşkil edebildiği için... Ve anlattığım koşullarda..
‘İyi halli olmak' ise şöyle yorumlanıyor: Tutsak kişi, ‘Benim onurum, insan olarak haklarım yoktur. İrademi yok sayacağım. Kendimi güçlüye teslim ediyorum. Haklı, haksız tüm uygulamalar, yasal olan, olmayan tüm yaptırımlar, kabulümdür' diyecek ki, iyi hali cezaevi yöneticilerince onaylansın.
Bu ne biçim eğitim? Böyle iyi hal mi olur? Gençleri edilgenliğe zorlamakla ülkemizin, insanlığın, gençlerimizin yararı ne olacak? Onuru, iradesi kırılmış insan, ne işe yarar? Kendi onuruna sahip çıkmayan insan, ailesinin, toplumunun, ülkesinin, inançlarının onuruna nasıl sahip çıkar? Direnci kırılmış, zora teslim olmuş bir genç, iradesiz bir yaratık, yurduna nasıl yarar sağlayabilir? Sindirilmiş bir gençlikten maddi, manevi cesaret, yurt savunmasında kahramanlık beklenebilir mi?"
Reha Hanım’ın konuşması bitmedi. Gelecek "Ankara Notları"nda sürdüreceğim.