Reha İsvan, solukların kesildiği konuşmasında, kendisinden söz ederken, “tutsak sözcüğünü kullanıyordu. Bunu şöyle açıkladı:
"Yukarıda 'tutsak’ dedim, çünkü yargılandığım davada yargıç, 'Savaş hali uygulaması içinde sanığın lehine olan her şeyin göz önünde tutulması diye bir şey yoktur’ sözünü hem söyledi, hem de resmen tutanağa geçirdi.
Dondum kaldım! Sanık benim! Savaş hali ilan edilmiş, savaş psikolojisi içinde benim lehimde olan her şeyin değerlendirilmesi lazım gelmezmiş! Sormuştum heyete: ‘Kim bu savaşın tarafları? Bana düşman gözüyle mi bakıyorsunuz?' diye! Her duruşmada mutlaka yinelenirdi: Savaş hali, savaş hali!
Ama, savaş halinden söz edince, artık taraflar var oluyor. Düşman taraflar! Bu durumda sanık olmak değil, ’tutsaklık' sözkonusu. Zaten içerdeyken maruz kaldığımız muamele, yetkililerin, görevlilerin tavrı da tutsak olduğumuzu hiç kuşkuya yer bırakmayacak açıklıkla kanıtlıyordu.
İçerdekiler, tutsak olmasına tutsak da, Cenevre Antlaşmaları maddelerinin güvencesinden bile yoksunlar. Umarım artık bu savaş hali sona ermiştir, askeri ders kitaplarında tutuklulara uygulanması öngörülen yöntemler, ders kitabındaki başlık isimleriyle uygulanıyor hâlâ.
'Esirin mukavemet azmini kırma' amacıyla önerilen yöntemlerin, benim tutsaklığımda uygulandığını gördüğüm yöntemlerle bu denli çakışması rastlantı olabilir mi bilmem. Tutsaklara, savaş tutsaklarına uygulanması gereği, ders kitaplarında ‘bilimsel' sözcüğü ile takviye edilerek anlatılan yöntemlerle, üç yıl iki aylık tutsaklığımda zaman zaman tanık veya maruz olduğum uygulamalar arasındaki paralelliği sergilemek istiyorum:
Ders kitabında 'esir şikâyet ederse, diyor, hücrede tutmayı kastederek, kendisine bunun bir hücre cezası olmadığı, idari işlemler tamamlanıncaya kadar beklemesi gerektiği sık sık tekrarlanır' diyor. Tesadüf bu ya, örneğin ben, bir koğuşta tek başıma tutulduğumda, bunun ılımlı da olsa, hücre cezası olduğu yadsınamazdı, ama, idarenin yorumuna göre, koğuş arkadaşlarım hücreye atılmıştı, ben yalnız kalmıştım, o kadar...
İkinci tutsaklığımın ilk 60 saatini de böyle tek başıma geçirmem uygun görülmüştü. Bu da 'yalnız tutularak yıpratılma yöntemi' olarak yorumlanmamalıydı. Hangi koğuşa verileceğimi kararlaştırmak biraz zaman alıyordu o kadar. Sanırım ‘manen çökeceğim’ umulmuştu, kitapta yazdığı üzere! Oysa her koşulda özgür ve dirençli olunabileceğini içerdeki gençlerde görmüş, öğrenmiş olmak, yaşayarak öğrenmiş olmak, insanı çok güçlü kılıyor.
Ders kitabında, tutsakları çok soğukta ve çok sıcakta tutarak dirençlerinin kırılması öneriliyor. Koğuşta, karşılıklı konuşurken, ağzımızdan çıkan buharları, eldiven, başlık, çoraptan başka, tam sekiz kat yün giysiyle yattığımı, şiltenin rutubeti insanı çok üşüttüğü için battaniye ile kundaklanır gibi yattığımı anımsıyorum da... ‘Kaloriferler bozuk' denilerek, 1982 kışında hiç yakılmamıştı Metris'te. (Tabii idare bölümünde değil, tutsaklar bölümünde)
Ders kitabında, şu da yazıyor: ‘Temizlik vasıtaları, sigara, kahve, okuma veya yazma malzemesi, vesair gibi günlük ihtiyaçların hiçbiri verilmez... 'Tüp bitliği için çay içilemezdi günlerce, para ödemeleri —tabii işlerin çokluğu, PTT’nin azizliği öne sürülerek— aksadığı için sigara içilemezdi; kantinde mevcudu tükendiği savıyla, kırtasiye satılamıyordu ve genç kızlarımız aylarca pamuk alamadılar. Bunlar elbette keyfi yaptırımlar değildi.
Düşman tutsaklarına uygulanan teslim alma yöntemlerinden bir diğeri de'yakınlık gösterme usulü’. Metris yönetiminden kimsenin bu tür yakınlık göstermesine tabii fırsat vermedim. Denemediler değil, bir iki denedilerse de, çabuk vazgeçtiler...
'Tutsakları dize getirmek üzere' uygulanan geliştirilmiş ilmi usullerden biri de ‘kokteyl usulü direnci kırma yöntemi’. Bu, adından da anlaşılacağı gibi, içki içirerek direnci kırma yöntemi. Ders kitabının kökü dışarda olduğu, bir yabancı dilden çevrildiği, bu başlıktan da belli, ya da öyle bir izlenim veriyor. Yerli literatürde içki deyimi yerine ‘kokteyl' denilmez, dense dense 'rakı’ denirdi herhalde...
İlk tutsaklığımda üçüncü koğuştaydım, günün birinde kantinci er mazgaldan 'kolonya ister misiniz?' dedi. Çok şaştık, çünkü o güne dek kolonya kesinlikle yasaktı. Yaramıza sürmek için revirden ispirto alamazdık. Ama çok kısa bir süre önce, kantine ‘Boğaziçi’ kolonyası geldi ve aldıktı. Ere, ‘var kolonyamız’ dedik, bu kez er 'Ama bu 'Selin’ marka, içimi güzel!' demez mi? Şaka ediyor desek, ‘Teşekkür ederim’, 'Günaydın' vb. demeleri, dememiz bile yasak! derken bir de baktık, bir üzüm bolluğu, istediğin kadar üzüm satın alınabiliyor, idarenin bol bol verdiği de cabası. Keza, o günlere dek çok seyrek bulunan ve bağımsız koğuşlar dışındakilere az miktarda satılan plastik su bidonları bol bol satılmaya başlandı. İstediğin kadar!
Oysa, su biriktirmek için gereksinim duyardık plastik bidona. Çok gereksinimimiz olduğu için de kantinde çoğu kez bulunmazdı: bulunsa da, herhalde benzer ders kitaplarından yararlandırılmış iç güvenlik görevlileri tarafından siyasi koğuşların kantin listelerinden silinirdi.
Neyse, gelelim üzüm ve Selin kolonyalarına: Ekmek içi de ilavesiyle çok lezzetli bir imalat koğuşlarda aldı yürüdü. Tam alışır gibi olmuştuk ki, bu kez aramada, o bidonların (içeriği) ile şilteler sulandı. Boş bidonlara da el kondu. Eski deyimle 'müsadere' edildi...".
………
Reha İsvan, tutuklu bulunduğu sırada yapılan uygulamaları bir bir anlatıyordu. "Egemen tutuklular"dan söz ediyordu. Şöyle sürdürdü konuşmasını:
"Bu egemen tutuktular, genellikle Pişmanlık Yasası'ndan yararlandılar; 7-8 can aldığını kabul edip arkadaşlarını, yandaşlarını da ele vererek çıkıp gittiler. Şimdi yeni egemen tutuklular yetişiyor. Pişmanlık duygusu böyle satın mı alınmalı? Cezadan kaçmak için ödüllendirilmek için rüşvet karşılığı pişmanım demek ne değer taşır?
Yeni edindiği deneyler açısından inançlarını yeniden ölçüp, tartıp, uygulanmış yöntemleri, ülkenin ve dünyanın yeni koşulları ölçeğinde yeniden değerlendirecek olgunluğa erişmek değil midir aslolan? Daha iyiyi, daha doğruyu, daha güzeli düşleyebildiği için pişmanlık duymak insanoğlunu yüceltir.. Ama, öyle bir etiketle sunuldu ki bu pişmanlık meselesi, onurlu insanlar pişman oldum diyemeyeceklerdir... ’.
8 Nisan 1986, Cumhuriyet