İşkencenin Kapıları

Oya Baydar, bir süre tutuklu kalmıştı 12 Mart döneminde. Çıktıktan sonra, Yeni Ortam’da birlikte yazdık. Ona, tutukevi izlenimlerini sorardım. Bir gün bir olayı anlattı, şöyle:
“Ben koğuş kıdemlisiydim. Haftada bir hamama giderdik. Bir gidişimizde, ellerimizde bohçalarımız, sıraya girmiş gidiyoruz. Başımızda da Mehmet adında bir er var. Mehmet bir ara yaklaştı:
Abla, dedi, siz bana güvenin. Çünkü, dünyada çok namussuzlar var, siz yıkanırken gözetlerler dışarıdan...
Sağol Mehmet! dedim. İyi bir çocuktu...
Hamama girdik, kızlar soyunup dükündüler, kumaların başına geçtiler, yıkanıyorlar. Ben de daha sabunlanmamışım. Şöyle yukarıya gözüm kaydı, baktım, bizim Mehmet! Onu yeşil gözlerinden tanıdım. Aşağıyı, bizleri seyrediyor. Hemen toparlandım. Kızlara söylesem, ortalık karışacak...
Kızlar dedim, haydi giyinin gidiyoruz! Kimi:
Aaa, abla ben daha yıkanmadım! dedi, kimi de:
Abla, sabunluyum, ne olur biraz daha! diye yalvarıyor.
Hayır, dedim, çabuk olun hazırlanın, giyinin...
Kızlar, kurulanıp hazırlandılar. Giyinip çıktık. Giderken yan gözle Mehmet'in yüzüne baktım. Burnu terlemişti...
Mehmet, dedim, gerçekten dünyada çok namussuzlar var!
Hiç sesini çıkarmadı, başını önüne eğdi..."
Hamama götürülen tutukluların yanına kadın polisler verilmeli.. Doğrusu budur da ondan...
Mamak'tan çıkmış bir tutuklu, köyünden şunları yazmış:
"Sayın Ekmekçi, ben beş yıl dört ay Mamak Askeri Ceza ve Tutukevi’nde tutuklu kaldıktan sonra, bir ay önce salıverildim. Yaklaşık altı yıldır hapishanelerde yaşanan olaylar, çekilen acılar, işkenceler hala Türkiye’nin gündeminde olan bir sorundur. Ve demokrasi mücadelesinin bir parçası haline gelmiştir. Cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin sorunlarına eğilmek, onların içkide yaşadıkları olumsuz koşulları halka açıklamak, çözümler aramak, bırakın demokratlığı, ‘insanım' diyen herkesin görevidir. Bugüne kadar, zaman zaman, kısıtlı köşenizde bu sorunları gündeme getirdiniz, onlarla ilgilendiniz. Bundan sonra da Türkiye’nin gündeminde hala capcanlı duran bu sorunlara değineceğiniz, mapushanelerdeki insanların sorunlarıyla ilgileneceğiniz inancıyla, özgürlük ve demokrasi kavganızda başarılar dilerim..."
Yıllar geçmesine karşın, işkence, gündemden çıkmış değil. Bir "Ankara Notları"nda belirtmiştim, işkencenin ortadan kaldırılması, yönetimin, açık açık “İşkenceye karşıyız, işkence yapanın yakasına yapışacağız" demesi gerektiğine bağlı olduğunu vurgulamıştım. Bu bugüne dek yapılmadı. Bir genelge olsun yayımlanmadı!
Öğrendiğime göre, Başbakan Turgut Bey, iki yıl önce, böyle bir genelgeyi yayımlamayı düşünmüş. Ancak, genelge yayımlama düşüncesi ortaya atılınca, tartışmalar da başlamış. Kimi:
Efendim, bu genelgeyi yayımlamanız, şimdiye dek işkencenin varlığını kabul etmiş olmana anlamına gelmez mi? demiş. Kimi de:
İşkence yapanı zaten mahkemeler yargılıyorlar, kimi hüküm de giyiyor. Suç olan bir şeye, 'bu suçtur!' demeniz ne derece doğru olur? Yayımlasanız da genelgeyi, iddialar duracak değil ki... demiş. Miş, miş...
Ve Turgut Bey, çok önemli bir konuda, işkence konusunda, genelge yayımlamaktan vazgeçmiş. İyi yapmamış. Çünkü, böylece işkencenin kapıları ardına dek açık kalmış.
Bana kalırsa, zaman hâlâ geçmiş değil. Başbakan Turgut Bey, “İcraatın içinden" izlencesine çıkıp, artık dinlenmez olan bir sürü konuyu propaganda aracı olarak kullanılır. Bunu herkes biliyor. Bu izlencelerden birinde, TV'ye çıkıp, işkencenin insanlık suçu olduğunu, bunu yapan kim olursa olsun yakasını bırakmayacaklarını söyleyebilir. Bunu izleyen işkenceciler, şöyle bir durup düşünürler belki!
Bir yetkili de, şöyle dedi:
Tüm sorun, polisin eğitim düzeyinin yükseltilmesidir. Eğitim düzeyi düşük olan polis işkence yapar!
İşkence konusunun, emniyet görevlilerinin bir bölümünü de tedirgin ettiğini duyuyordum. Böyle bir suçlamanın altında kim kalmak ister?
Daha araştıracağım, kesin kanıtı bulunca sergileyeceğim; geçenlerde canına kıyan bir Emniyet Müdür Yardımcısı’nın canına kıymasının başlıca nedeninin, işkence yapması isteklerine, karşı gelmesi olduğunu duydum. Kimi polis görevlilerinin huzursuzluklarının sonucu nerelere dek varıyor diye düşündüm
* * *
Salı günkü, “Körlerin Karacaoğlan'ı" başlıklı “Ankara Notları"nda , Körler Okulu öğrencilerinin “Karacaoğlan” oyununu 24 mayıs akşamı (dün) Yenimahalle Endüstri Meslek Lisesi salonunda da oynayacaklarını yazmıştım. Kimi okurlar, bu arada, Ferda Güley, oraya nasıl gidip izleyebileceğini sordu. Öğrendiğime göre, lisenin 28 mayısa dek dolu olduğundan, öğrenciler “Karacaoğlanı”ı orada dün oynayamadılar.
Buna en çok öğrenciler üzüldüler. İki ay hazırlanmışlar, Dinçer Sümer’in Karacaoğlan’ını bir gececik okullarında oynayabilmişlerdi. Çok da güzel oynamışlardı. Cumhuriyet’te, oyunla ilgili yazı çıkınca, öğrenciler, derste parmak kaldırıp öğretmenlerinden izin alıyorlar, dışarı çıkıp taa gazeteciye dek gidip "Cumhuriyet" alıp dönüyorlardı. Gören arkadaşlarına, ya da öğretmenlerine yazıyı okutup dinliyorlardı. Gazeteyi saklıyorlardı. İçlerinde güzel bir işi yapmış olmanın kıvancı, gururu vardı...
O oyuna TV’den niye kimse gelmemişti? Basından da, başka kimse yoktu. Neden?
Kimi öğrenciler, “gören”lerin de etkisiyle belki, yazıda geçen "kör" sözcüğüne takılmışlardı. Üzülenler olmuştu:
Efendim, siz bize “görme özürlü" diyorsunuz. Ekmekçi ise yazısında "kör" diye yazmış. Buna üzüldük.!
Ben de onların üzülmelerine üzülmüştüm. Yazdıklarım anlaşılmamış mıydı yeterince? Onlara her olay karşısında, her durumda “gerçekçi" olmaları gerektiğini, satır arasında, anlatmak istemiştim. Okul Müdürü Hasan Yıldırım, değerli bir eğitici; gerçekçi bir kişi, bir ara yanlış anlamalara kızmış, öğrencileri toplamış, onlara:
Ekmekçi, gerçekten ayıp etmiş, köre kör demiş! diye konuşmuş...
Sonra ortalık yatışmış. Öğrenciler, durumun bana da yansıtılmasına çok üzülmüşler. Ne duygulu çocuklar!
Körlük yenilmez bir şey değil ki. Karacaoğlan’da yenmişler işte!
Bu çocukları yaşama biz nasıl hazırlıyoruz, ona bakmalıyız. Mutluluğun kapılarını mı, işkencenin kapılarını mı aralıyoruz? Hangisini açıp, hangisini kapatıyoruz?
Yeni öğrendim, Körler Okulu öğrencileri, "Karacaoğlan”ı, kendi okullarında 29 Mayıs Perşembe günü saat 21.00'de yineleyecekler. Körler Okuluna Kızılay’dan 20 nolu otobüsle gidiliyor. Bakalım bu kez basın ile TV ilgi gösterecek mi?