İsmail Hakkı Tonguç'un ölümünün, dün 26. yılıydı. 1960’ın 23 Haziranı'nda öldü. Ünlü kişileri anarken, çoğu, "Şöyle dostumdu, böyle arkadaşımdı!” der, demekten çok hoşlanır. Çünkü o sözlerle, söyleyen de büyümüş olur. “Bakın, ben öyle önemli adamım ki, benim tanıdıklarım da büyüktür” demek ister satır arasında, öyle demeyeceğim, ama, İsmail Hakkı Tonguç'u yaşarken tanımış olduğum için çok mutlu olduğumu söyleyeceğim!
Tonguç’a kim götürüp tanıştırmıştı? Belki Fakir, belki Mahmut, belki Dursun, anımsamıyorum şimdi. Mahmut Makal’ın tanıştırmış olması daha usuma yakın geliyor. Bir gün Mahmut Makal’ın da çocuklarıyla bir arada Tonguç’a bayramlaşmaya gittiğini anımsıyorum. Tonguç, çocukların her birini, bir Köy Enstitüsünün adıyla anıyor:
— Bu İvriz'li değil mi? diye takılıyordu.
Bir gün de:
— Peki, Bu Ekmekçi bu ateşi nereden almış? diye sormuş, sizlerden mi?
— Vallahi, demişler, bilmiyoruz, Biz mi ondan aldık, o mu bizlerden aldı?
Kocaman Tonguç'un alçakgönüllülüğüne içimden şaşırdım.
Bir gün gazeteye çıktı geldi. Haber yazıyordum:
— Sen yaz, dedi, işine bak. İşin bitince, seninle bir öğrencimi görmeye hastaneye gideceğiz.
Odadaki, eski püskü, ancak oturunca gömülüveren koltuğa oturmazdı! Bir taburenin üstüne ilişir, öyle otururdu. Koltuğa neden oturmadığına ilişkin bir fıkrayı anlatmıştı. Bir kez daha yazdım bunu, şöyle demişti:
Osmanlı nazırlarından biri, eğer sadrazamdan zılgıt yediyse, hemen makam koltuğundan kalkıp başka bir sandalyeye oturur, gelenlere de:
Bu koltuk cezalı! dermiş. Gelen zılgıtın koltuğa geldiğini düşünürmüş!
Ben: “Efendim, lütfen şu koltuğa oturun” dediğimde de, “Ekmekçi, belki koltuk cezalıdır!" der, gülerdi. O koltuğa oturmazdı..
İşim bitti, Keçiören’deki verem hastanesine gideceğiz, öğrencisi orada yatıyormuş. Kızılay’dan Ulus’tan Keçiören'e gittik. İçeri almadılar. Görevliye çok içerledim, içimden:
Bak, bu adamı tanıyor musunuz? Bu, Türk eğitiminin babası İsmail Hakkı Tonguç! demedim.
Dönelim Ekmekçi, dedi. Göremeyeceğiz İlyas'ı...
Ne yapmalı? Gazetecilik, birçok yerde kapıları açıyordu. Görevliye:
Başhekimle görüşebilir miyim? dedim.
Kim diyelim?
Vatan Gazetesi'nden Mustafa Ekmekçi!..
Görevli telefon etti, az sonra başhekim geldi. Başhekim, “Elimize bir gazeteci geçti, şu hastaneyi bir gezdireyim" düşüncesinde olmalı. İsmail Hakkı Bey'in öğrencisini görünceye dek, tüm hastaneyi dolaştık. Başhekim bilgi veriyor, hastanedeki yeni gelişmeleri, çalışmaları anlatıyordu. Bir yerde, Köy Enstitülü öğrenciyi (İlyas Pınarbaşı'nı), gördük. Çıkarken Tonguç takılıyor:
Senin forsun olmasa, öğrencimi göremeyecektim! diyordu. Birkaç saat boyunca, bir saniyenin boş geçmediğini düşünüyorum. İsmail Hakkı Bey, Almanya'da bulunan oğlu Engin'den aldığı bir mektubu anlatıyor, son buluşları, gelişmeleri aktarıyordu. Konuşurken eğitiyordu. Kızılay'a geldik:
Gel, dedi, şimdi seninle birer dondurma yiyelim..
Yıllarca sakıncalı kişi olarak yaşamıştı. 1950 öncesinde İlköğretim Genel Müdürlüğü görevinden alınmış, önce Talim-Terbiye'ye, oradan da Atatürk Lisesi resim öğretmenliğine verilmişti. (2 Nisan 1949)
İsmail Hakkı Tonguç’un oğlu Engin Tonguç, “Umut Yolu" adlı yapıtında, Tonguç Baba’nın resim-iş öğretmenliği olayını şöyle anlatıyor.
“..Bu, bir tür ceza ve küçük düşürme olarak düşünülmüştü. Ama bir şeyi hesap edememişlerdi. Onun, meslekte asıl görevin öğretmenlik olduğu ilkesine gerçekten inandığını! Böylece, kısa sürede okuldaki öğretmen ve öğrencilerin önyargılarını değiştirdği gibi, sevilen, aranan bir kişi olmaya başlamıştı. O günlerde bu okulda öğretmenlik yapmış olan bir meslektaşı şöyle der: ‘Bakanlığın yüksek düzey yöneticisi olup da bize öğretmen olarak gelenleri daha önce de görmüştük. Bunlar, durumu onur kırıcı bulurlar, bizlere tepeden bakarlar, öğretmen odasına bile girmezler, müdürün yanında otururlar, küskün ve isteksiz çalışırlardı. Oysa o, bizlerden biri gibi davranıyordu. Hepimizle şakalaşıyor, fıkralar, hikâyeler anlatıyordu’ öğrenciler o ciddiye alınmayan resim dersini sevmeye başlamışlardı. Sanki meslek yaşamının sonuna doğru mesleğinin güzelliklerini yeniden yaşamak istiyordu. Okuldan, kolu koltuğu öğrencilerin yaptıkları resimlerle dolu olarak geliyor, bunları saatlerce inceliyor, eleştirilerini saptıyor, ciddi ciddi notlar veriyordu. Not defterleri hala durur. Sonra oturuyor, yabancı kitapları da karıştırarak mesleğe yeni girmiş bir öğretmen gibi, özenle, titizlikle bir gün sonraki dersinin planını yapıyor, derse hazırlanıyordu. Aslında on yıllık, büyük bir emeğin gözleri önünde parça parça edilişini, eli kolu bağlı seyretmekten kahrolduğu kesindi. Üstelik yaratılıştan duygulu bir insandı da! Ne var ki duygularını açığa vurmamaya özen gösterirdi. Kararlarına duygunun değil, akıl ve mantığın egemen olmasına çalışırdı. Arkadaşları, yakınları, bizler, hepimiz ise onun soğukkanlılığını bozmak, onu kışkırtmak için elimizden geleni yapıyorduk. Ona haksızlık ediliyordu, bir eser yıkılıyordu. Kötü işler yapılıyordu. Niçin susuyordu? Niçin saldırıları yanıtlamıyordu? Karşılığı hiç değişmiyordu. Bu ortamda yapılacak bir şey yoktu. Olanaklar elverişli değildi. Bu koşullarda ortaya atılmak, çatışmaya girmek yapılmış işler için daha da zararlı sonuçlar verebilirdi.
Tek yapılacak şey, soğukkanlılıkla beklemekti. Açıkçası savaşı kabul etmiyordu. O günlerde bize çok ters gelen bu stratejinin doğruluğunu daha sonraları, duruma geniş bir açıdan bakınca anlayacak ve ona hak verecektim. Gerçekten de koşullar elverişli değildi. Sesini hiçbir şekilde duyuramazdı. Basın? Basın, tümüyle kaynatılan cadı kazanının, belirli bir politikaya araç yapılan solculuk suçlamalarının etkisiyle karşıt görüşlere kapıları kapamıştı. Öğrencileri mi kışkırtmalıydı? Belki de saldıranların bekledikleri böyle akılsızca işlere kalkışmasıydı. Böylece, yaptıklarını belirli bir düzeyin altına düşmeden, yayımladığı kitaplarında savundu...”
Resim-İş öğretmenliğine atandıktan sonra da, arkası bırakılmaz Tonguç'un, Demokratlar, onu Bakanlık emrine alırlar. Danıştay'a başvurup, davayı kazanır. Emekli olur, köşesine çekilir. Olup biteni seyreder. Gazeteler adını anmaya korkarlar. Kurduğu enstitülerden çıkanlar, yedeksubay okullarında “çavuş" çıkarılmakta, enstitülülere olmadık eziyetler edilmektedir. Bugün, Köy Enstitüsü çıkışlılar, yakalarında okul rozetlerini, birer istiklal madalyası gibi onurla taşırlar. Tonguç her gün daha da büyür. Bu kurumların önemi her geçen gün daha iyi anlaşılmıştır da ondan.
Dr. Engin Tonguç, babasının ölümünü “Umut Yolu"nda anlatırken bir yerinde şöyle der:
"Eve gelip gidenler giderek artıyordu. Arkadaşları, eski Köy Enstitüsü yönetici ve öğretmenleri, eski öğrenciler...Orada, hemen yanıbaşında iki Köy Enstitülü ile tanıştık: Dursun Kut ve Fakir Baykurt. Önümüzdeki yıllarda onlarla ve daha önceden de tanıdığım Mahmut Makal ve Talip Apaydın'la yakın arkadaşlığımız olacak, birlikte birşeyler yapacaktık. Ve bir yeni dost daha: Mustafa Ekmekçi. O kadar Köy Enstitülü bir hali vardı ki! Hep öyle kalacaktı.”
Bugün yalnız Köy Enstitüleri değil, öğretmen yetiştiren kurumlar da yok. "Meslek Liseleri" tu kaka edilmiş gibi bir şey. Bir, gözde olan “İmam Hatip" okulları. Devlet kadrolarına yerleştirdikleri gibi, okullara da "imam” gönderirler, olur, biter! Geçenlerde, Teoman Erel, "Milliyet" te açıkladı; Diyarbakır'da, köylerden kente akın eden 26.000 çocuk okula gidemiyormuş. Bu çocukların köylerinde iyi kötü, okul vardı. Kente gelince okulsuz da kaldılar (Milliyet, 18 Haziran 1986, “Zaman Darboğazı”). Okul yapımı varlıklıların “insafına” kalmış gibidir.
Bir de ilkokul öğretmenlerinin durumu var; Öğretmenlere birinci derece vereceğiz diye, sınavlar açıyorlar. İlkokul öğretmenleri, ders almak için dershanelere kuyruğa giriyorlar. Eğitim hiçbir dönemde, bu duruma düşmedi...
24 Haziran 1986, Cumhuriyet