Nâzım ile Yakup Kadri...

"Broy" dergisinin haziran sayısı Nâzım Hikmet’e ayrılmış. Dergide bu sayıda, başyazıyı yazan İlhan Selçuk, "Nâzım Hikmet 3 Haziran 1963'te öldü. Dünya devriminin şairidir Nâzım, Türk Ulusal Bağımsızlık Savaşı'nın en büyük şairidir..." diyor. Dergide, Nâzım Hikmet’in şimdiye dek yayımlanmamış görüşleri, düşünceleri de var. Aydın Aydemir’in aktardığı bu görüşler, düşünceler, "Nâzım Nâzım" adlı yapıtta çıkacakmış. Dergide ise, herhangi bir kaynak gösterilmiyor. Aydın Aydemir'in kendisinden başka Nâzım Hikmet, bunları bir banda mı okumuş, bir dostuna yazdığı mektupta mı anlatmış, pek belli değil. Yapıt çıkınca anlarız elbet. Ya da yine anlamayız. Kaynaksız yazı yazmayı usum almadığı için belirttim bunları yoksa Nâzım'ım bu yanlarını zevkle okudum. Yazının biçeminden çıkardığım, Nâzım'ın, bu sözleri 1959-1960 yıllarında, ölümünden üç-dört yıl önce söylediğidir. Nâzım'ın sağlığı iyi değil, anlattıklarının çoğu sayrılığa, ölüme değgin. Birkaç bölümü şöyle:
“Kahvaltım yoğurt, salata, yemiş, çay. Kahvaltıdan sonra yukarı kata çıkıyorum. Yazın camekânlı verandada, kışın uçsuz bucaksız yazı odasında, bir saat çalışmak, yarım saat sırtüstü yatmak, yahut oturmak şartıyla, bir buçuğa kadar çalışıyorum. Bir buçukta öğle yemeğimi yiyorum. En fazla yüz gram yağsız et, balık, sebze, yoğurt, yemiş, meyva suyu. İkiden dörde kadar sırtüstü yatıp dünya radyolarını, anladığım dillerde dinliyorum. Dörtten beşe kadar yine dolaşıyorum ormanda. Beşten yediye kadar kitap okuyorum. Yediden onbuçuğa kadar televizyon seyrediyorum ve sonra efendim, uyku ilacını alıp ekseriya, maalesef uyku ilacına çok ihtiyacım var, uyuyorum. Tabii şehre indiğim zamanlar, bu programa uymak pek mümkün olmuyor... Hava birdenbire elektriklendi. Yağmur yağacak, hani bunu bana eskiden siyatiğim haber verirdi, ağrımaya başlayarak. Şimdiyse nefes darlığı. Bırakalım hastalık bahsini.
...Benim ‘Ferhatla Şirin' piyesi, ‘Sevda Masalı' ismini aldı şimdi, aşağı yukarı 5-6 memlekette. Dur bakayım, 7 memlekette, dur bakayım 20'den fazla memlekette, tam sayısı 23 olacak, oynuyor. Ben 3 memlekette 7 dilden 3 tiyatroda seyrettim... Her seyredişimde hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendimi zor tuttum, zor tutuyorum kendimi. Yazdığım şiirleri 54 dile çevirip bastılar. İnsanlar, sevdamızın şiirlerini okuyup kuvvet buluyorlar. Yani memleketimin, halkımın kültürünü, itibarını elimden geldiği kadar yayıyorum!...
...Orhan Veli'yle Sait Faik. Bence ikisi de büyük şairlerimizdendir. Hem de yalnız bizim değil, yeryüzünün büyük şairlerinden. Orhan Veli'yle Sait Faik’i bir kat daha sevmek için gurbete düşmek de gerekiyor biraz galiba. Bir şey daha söyleyeyim, klasikler kendi devirlerinin yenilik taraftarıdırlar. Kendi devrinde yenilik getirmemiş hiçbir sanatçı sonradan klasik olmamıştır. Yeniliğin tutması da şart elbette. Bana öyle geliyor ki resimde Fransız Empresyonistlerinin birçoğu, şiirde Bodler, Apoliner artık klasikleşmişler...
... Şiir lafı açılmışken bir söyleyeyim. Bugünkü gençlerin, yani 25-30 arası şueranın Orhan Veli'yle arkadaşları, bence şiirimize çok şey kattılar. En kolay şey inkâr. Ben de bir zamanlar münkirliği bir marifet sanırdım. Her genç gibi de samimiydim bunda. Ama şimdi inkar etmiyorum. Keçiboynuzunda şekeri bile kabulleniyorum.
... Demin elime Varlık'ın 15 şubat tarihli sayısı geçti. Ziya Osman'a ayrılmış. Ölümünü duymamıştım. Tanımazdım. Şiirlerini az bilirim. Ama okuduklarımın hepsi iyi şiirlerdi. Dergideki şiirlerin mısralarını okudum. Çoğunu beğendim. Müslümanlığı bu sefer gözüme çarptı. Ne tuhaf, tıpkı büyükannem gibi, yahut bizim köylü gibi Müslüman: ahretli mahretli, Müslüman olunca da böyle olmalı bence, halkınki gibi yani. Ama dedim ya, ölüm işini büsbütün başka açılardan görmemize bakmaksızın, bu halkça Müslüman şiirleri de hoşuma gitti...
... Bedri Rahmi’nin ‘İstanbul Destanı'ndan parçalar okudum. Elbette Bedri Rahmi, bence, yaşayan Türk şairleri arasında en iyisi. Ressamlığını beğenmeyenler de şairliğini beğenmeyenler gibi haltetmişler...
... Evvelki gün burda Dinamo stadında Fenerbahçe kulübüyle Dinamo kulübü arasında maç vardı. Ben maçı televizyonda seyrettim. Halk, bizim çocukları büyük bir sevgiyle karşıladı. Fenerbahçe kalecisine hayran oldu. Dinamo takımı arada bir ayıcılık etti, âdetidir. Mesela Spartek takımı tersine gayet kibar oynar. Dinamo takımı, dediğim gibi sertlik gösterdikçe halk onları ıslıklardı. Maç, faullere filan rağmen büyük bir dostluk havası içinde yapıldı. Maçtan sonra bizim çocuklarla Dinamo takımı oyuncuları sarmaş dolaş, kol kola ve halkın alkışları arasında alandan çıktılar. Dostluk ne güzel şey! Milletimin, bütün milletlerle dost olmasını, milletime hiçbir milletten kötülük gelmemesini nasıl istiyorum nasıl... Bugün ömrümün tarifsiz amacı bu…
…Burda Aziz Nesin mizah yazarlarının başlıcalarından oldu. Onun bu haklı başarısına nasıl seviniyorum.
Bin yaşındayım ama, gene de bir gün yaşamış gibiyim…"
“Broy" dergisinden aldıklarımı burada kesiyorum. İsteyen, dergiyi okur. Derginin haberleşme adresi: Ankara Caddesi Vilayet Han, 205, Cağaloğlu-İstanbul.
Bir eski Emniyet Müdürü arkadaşımdan dinlemiştim, Nâzım’ın Moskova'dan Türkiye'ye yolladığı mektuplar, Emniyette açılır, okunurmuş. Sonra, mektup kapatılıp gelen adrese yollanırmış. Münevver Hanım da bunu bilirmiş. Kendisine mektup yazdığı zaman da, bunu açık olarak Emniyete gönderir “Nasıl olsa açacaksınız, şimdiden okuyun" dermiş...
Nâzım, Broy'daki açıklamalarda "Ben de bir zamanlar münkirliği bir marifet sanırdım." diyor ya, bunu ölümünden önce, Moskova’da yakın arkadaşı Ekber Babayefe anlatmış:
Gençlik yıllarımda, birçok değerli Türk yazarı için ağır taşlamalar yazdım. Bunları yazmış olduğum için şimdi üzülüyorum… demiş.
Ekber Babayef, Moskova'ya gidip dönen Aziz Nesin ile Şevket Süreyya'ya anlatmış Nâzım'ın bu sözlerini. Bu, şimdiye değin, bir yerde çıkmadı. Ama, kulaktan kulağa yayıldı, duyuldu. Aziz Nesine sordum, Babayef’in anlattıklarını doğruladı.
Nâzım, en ağır taşlamalardan birim de Yakup Kadri(Karaosmanoğlu) için yazmıştı. “Cevap-1" başlıklı bu taşlamanın girişi ile bir bölümü şöyle:
"Behey!/Kara boynuz gibi kaşlı/Mukaddes Apis başlı/Adam.
Behey!/Kara maça bey!/Sen şiirin asil kamusuyla konuşuyorsun,/Ben asaletten anlamam /Şapka çıkarmam konuştuğun dile, /Düşmanıyım asaletin/Kelimelerde bile.
Behey!/Kara maça bey,/Behey, yüzü kara/Ruhunu zenci bir esir gibi çıkardın pazara,/bir orospu odası yaptın kafatasını.../Haki ceketli ölülerin ceplerinden/çalarak parasını/Satın aldın kendine/İsviçre dağlarının havasını..."
1929 yılında yazmış Nâzım bu taşlamayı. O zaman 27 yaşında. Sovyetler'den yeni döndüğü yıllar. Yakup Kadri ise kırkında, olgunluk çağında. Ondan bir süre önce, Nâzım "Aydınlık”çılarla yargılanır, savcı, yokluğunda ölüm cezası istemiştir. Yokluğunda hüküm giyer. İsviçre'de bulunan Yakup Kadri sayrı yatağında, ölüm cezası istemini eleştiren bir yazı yazıp “Aksam" gazetesine gönderir. Yazı yayımlanır. Nâzım, yurda dönünce, Yakup Kadri'lere teşekküre gelir, evde yeni şiirlerini okur. Fakat Nâzım, 1929’da taşlamasını yazacaktır! Yakup Kadri, Nâzım'ın bu şiirine yanıt vermez. Hatta, eşi Leman Hanım:
Yakup, niçin cevap vermedin? diye sitem ettiğinde:
Bırak, der, en güzel şiiri benim için yazdı!
Bunları Leman Karaosmanoğlu'ndan dinledim.
Yakup Kadri'nin bu olgunluğu övgüye değer. Yakup Kadri, bir demecinde de şöyle der: "O yalnız Türk şiirinde yeni bir çığır açmış bir edebiyat inkılapçısı değil, hiç görmeye alışmadığımız yeni bir şair tipidir".
Nâzım'ın, ölümünden önce, yazdığı böylesi taşlamalardan üzüntü duyması, onun da olgunluğunun göstergesi sayılmalı. Belki, göçmenlik, yurt özlemi onu olgunlaştırmıştır. "Broy”daki alıntılarda şöyle diyor bir yerde:
"Şeytan (Nâzım'ın köpeği) geldi. Kederli, kahverengi gözleri, sipsivri upuzun burnuyla yüzüme bakıyor. Dana yavrusu gibi kerata. Üç gün önce hastalanmıştı. Gece yarısı cankurtaranla baytar geldi. Penisilin yaptılar. Dünden beri de ateşi düştü. Kafasını dizime dayadı. Birbirimize bakıyoruz. Ben yazıyorum, biraz daha bakışırsak ikimiz de ağlayacağız.
...Hani sesim olsa, şurdan, balkondan Tuna'ya doğru bir gazel tuttururdum. Avaz avaz ot çekip içimi serinlettirirdim. Oğlumun başından da çeşitli işler geçecek elbette. Her insanın başından nasıl geçebilirse. Bir dileğim var: ‘Muhacirlik acısı duymasın!..."