Turan Güneş, bir gün:
Keşke Kıbrıs'a çıkmasaydık Ekmekçi, demişti.
Neden?
Çünkü biz orada Ecevit’i kaybettik!
Şevket Süreyya Aydemir, oldukça sık yazı yazan bir yazardı. Şevket Süreyya, ölümüne dek, iki şeyden söz etmemiş; biri Kıbrıs, öbürü de Ecevit. Neden etmemiş? Sağ olaydı, sorardım.
1973 seçimlerinde, Ecevit'in CHP'si seçimi kazanmış, Ecevit Başbakan olmuştu. Uğur Mumcuyla bir gün, Başbakanlıkta Bülent Bey’le görüşmeye gittik. O zaman, ikimiz de Yeni Ortam’da yazıyoruz. Bülent Bey o görüşmemizi sonra kitapta topladı. Çeşitli konularda sorular sorduk. Fotoğrafımız çekildi, o fotoğraf evimizde durur. Tam ayrılacağımız sıraydı, bir soru sordum:
Bülent Bey, yazmak için değil, ama bir şey daha sormak istiyorum. Acaba kaç yıl iktidarda kalırsınız? Bir tahmin yapabilir misiniz?
Soru, golcüye pas verir gibi bir soruydu:
Sayın Ekmekçi, kesin bir şey söylemek güç ama, sanıyorum en az yirmi yıl iktidarda kalırız!
Öf be, yirmi yıl, dile kolay. Zaman zaman Ecevit'in yirmi yıllık iktidarı usuma gelir, düşünürüm; yıl şimdi 1986, demek daha sekiz yıl Ecevit iktidarda. Oysa, yirmi yıl değil, yirmi ay mı ne sürdü...
12 Eylül öncesinde, yazılarımda en çok adı geçenlerden birisiydi Bülent Bey. O politikada, ben gazetecilikte, demokrasi savaşımı verdiğimize inanıyorduk kuşkusuz. Yeni Ortam gibi oldukça sol gazetede çalıştığım için, belki biraz aralıklı dururdu. Olsun, aldırmazdım. Orhan Eyuboğlu aracılığı ile, işimi bırakıp, kendisiyle çalışmamı önerdi. Çok inceydi, Eyuboğlu'na şöyle demişti:
Ekmekçi "hayır" derse, çok üzülürüm, onun için öneriyi ben yapmayayım, siz yapın...
Mete Akyol’ların, Güvenlik Sokak yakınındaki evlerindeydik. Eyuboğlu'na karşılık verdim.
Hayır, diyeceğim için üzülüyorum. Fakat ben gazeteci kalmak istiyorum... Bülent Bey, şöyle demiş:
Biz Ekmekçi'ye nimet değil, küllet önermiştik, kabul etmedi!
İnsaf, dedim içimden, bir Başbakan adayının çağrısı nimet mi olur, külfet mi?
Gerek Çalışma Bakanlığı sırasında, gerekse daha sonraları birlikte, yalnız ikimiz gezilere gittiğimiz oldu. Bülent Bey:
Ben filan yere gidiyorum. Gazetecilik yapmak zorunda değilsiniz, gazeteden izin almam gerekiyorsa alayım, benimle gelir misiniz?!
Hay hay! derdim, gelmek isterim. Giderdik. "Yine de ben yazacak bir şeyler bulurdum...
Halkın kendisine “Karaoğlan" dediğini yazdığımda, önce içerlemiş, sonra hoşlanmıştı. Artık dağlara, taşlara yazılıyordu...
Yalnız kalmayı seviyor derler ya, sanırım yalnızlıktan hiç hoşlanmıyordu, daha doğrusu ilgisizlikten hoşlanmıyordu. Hemen morali bozuluveriyordu.
Böyle bir Zonguldak gezimiz oldu. Hayrettin Uysal’ı, Kenan Esengin’i Zonguldak ilçelerinde, yol üstünde bırakıp Ecevit'in seçim karargâhı olarak kullandığı Amasra'ya gidiyoruz. Bartın’ı geçtik. Amasra'ya girdik. Şoför arabayı yavaşlattı. Sağda, solda iki kahve var. Bülent Bey, sağdaki kahvenin önünde oturanlara selam verdi, oturanlar başlarını bir çevirip baktılar. Soldakilere selam verdi, l-ıhh, Yine çıt yok. Araba gelip, deniz kıyısındaki gazinoya dayandı. Mevsim güz, hava azıcık serin de. Gazino kapalı, sandalyeler filan çekilmiş. Arabadan indik. Denize doğru yürüdük. Hiç konuşmuyoruz. Şoför, iki sandalye getirdi, iki kişi denize karşı bir iki dakika oturduk. Birden usuma geldi:
Bülent Bey, siz buranın milletvekilisiniz. Ben Amasra’ya ilk kez geliyorum, beni Amasra'da gezdirir misiniz?
Hay hay, dedi, benim boynumda fotoğraf makinesi, evlere girip çıkıyoruz. Kadınlar ekmek yapıyorlar. Bülent Bey:
Ben Bülent Ecevit, diyor. Arkadaşım gazeteci Mustafa Ekmekçi, Amasra'yı geziyoruz. Nasılsınız, iyi misiniz? Bir sıkıntınız var mı?
Sağol evladım, diyorlar, iyiyiz. Hoş gelmişsiniz...
Arkasından dükkânları geziyoruz, tahta işleri yapan Amasra'lıların dükkânlarını. Oradan da çıktık, artık döneceğiz. Kimsenin yüz vermediği bu yerde daha çok kalamayız. Arabaya yürürken, biri camı tıklattı, dönüp baktık. Amasra Bucak Müdürü. Oh be, dünya varmış! Yukarı çıktık. Müdür:
Bülent Bey, bir çayımızı içmeden nereye gidiyorsunuz? dedi. Bize çay söyledi. Bülent Bey:
Bizim burada, partinin bir temsilcisi olacaktı, herhalde haberi olmadı. Rahşan buradakiler için ilaçlar yollamıştı da.
Müdür telefona sarıldı, Bülent Bey'in aradığı kişiyi getirtti. O, ilgilenemediği için kıpkırmızıydı, ilaçları ona verdik. Müdüre Allahaısmarladık, dedik. Zonguldak’a varırken, kavşakta Bülent Bey'e büyük bir karşılama hazırlanmıştı, işçiler Bülent Bey'i kapıp götürdüler. Ben onu yitirince, arkalarda kaldım. Zonguldak’ta bir ara gördüğümde, Bülent Bey şöyle dedi:
Şimdi moralim düzeldi!
Bülent Bey’in ilacı kalabalıklardı. İzmir’deki kahve söyleşilerinin de, öyle karşılıklı konuşmalarla geçtiğini sanmıyorum. Bülent Bey, mikrofonu alıp, oncağız kalabalığa sesleniyordur...
Partisi içinde, parti içi demokrasiyi gerçekleştirememesi, en büyük kusuruydu, İsmet Paşa’dan hiç ders almamış gibiydi. İsmet Paşa, seçimle bir partiye iktidarı devredebildiği gibi, partisi içinde de, yine seçimle genel başkanlığı devredebilmişti. Bülent Bey'in siyasal yaşamında, ne yazık ki, böyle bir başarı olmadı, İsmet Paşa'nın son kurultayda verdiği son örnekten ders almadı.
12 Eylül’den sonra, Hamzakoy'dan döndüğünde, "Geçmiş olsun”a gitmiştim. Yalçın Doğan da vardı. Bülent Bey, "Askerlere yardımcı olmak gerek, iyi niyetliler” diyordu. Bu, Hasan Cemal'in yapıtında da geçer...
Bülent Bey’e, "Geçmiş olsun" dedikten sonra:
Size, dedim, iki sorum var: Biri, Şili’de darbe 11 Eylül'de mi olmuştu, 12 Eylül'de mi?
İkinci sorunuz? dedi.
İkinci sorum da şu: Evren sizin Genelkurmay Başkanı'nız değil miydi?
Yanıt vermedi. Yalçın’la konuşmaya başladı. Sonra döndü, bir konuda ne diyeceğimi sordu:
“Siz, dedim, sorularıma yanıt vermediniz ki! İçerlemişti.
Birinci sorunuzun yanıtını bilmiyorum, dedi. İkinci sorunuza gelince; Sayın Ekmekçi, biz askerleri politikaya sokmak istemedik. Onun için, onları politikamıza karıştırmadık..
Peki, kim karıştırdı?
Demirel karıştırdı, demeye getiriyordu. Ekledi: Biz hükümetten ayrıldıktan sonra, Genelkurmay Başkanı'nın masasında. Kurtul Altuğ'un benim aleyhime yazdığı kitabı görmüşler.
Çaylarımızı içtik, çok kalmadık, ayrıldık. Sonra, “Arayış" Dergisi’ni çıkardı. "Arayış”ta Fikret Otyam, hemen her yazısında bana söverdi. Karşılık vermezdim. Bir gün Bülent Bey çağırmış:
Sayın Otyam, demiş, kişisel sorunlarınızı dergiye yansıtmayın lütfen. Bir daha olmasın... Bülent Bey'den beklenen davranıştı.
12 Eylül sonrasında, “Ankara Notları”nda Bülent Bey, pek az geçti. Olayları seyrediyor, üzülme hakkımı kullanıyordum o kadar.
Eli bağlı hiçbir kişi için yazı yazmadım. Övgü ile eleştiri aynı şeydir, eli bağlı kişi için. Birçok gazeteci, 12 Eylül sonrasında görüştü, yazı, dizi hazırladı. Galiba, ben yapmayanlar arasındayım. Konu sıkıntısı da çekmedim. Bülent Bey'den yine söz edecek değildim. Geziler sırasında konuştuklarımın ilk sorusu Ecevit üstüne oluyordu:
Ecevit ne yapıyor, ne yapmak istiyor?
Kimi, başını elleri arasına almış, öylece kalakalmıştı. Bülent Bey'in “yanlış yaptığım" söylüyorlardı. Evet, Ecevit, her zaman halk gözünde saygı görecekti. Sevgiyle karşılanacaktı. Ancak bir daha iktidar olması, ı-ıhh. Bu olmayacak, gerçekleşmeyecek bir düştü. Bir derede, iki kez çimilmezdi(yıkanılmazdı) çünkü. Eski sular, akar giderdi. Kıbrıs başarısı, oya dönüşebilmiş miydi?
Hele demokrasi savaşımı, tek başına, böle böle götürülecek bir savaşım hiç değildi.
12 Ağustos 1986, Cumhuriyet