Bugün 1 Ocak 1987. Bu akşam, 1988’den bir gün yaşanmış olacak. 1 Ocak 1987’de, artık 1987 bitmiştir, günler 1988'den yenmektedir. Bunları ben söylemiyorum, değerli bir matematik öğretmeni Dr. Muzaffer Adıgüzel söylüyor. Şöyle diyor Muzaffer Adıgüzel:
Saat 1.30'da 12 bitmiştir, saat 13.00'ten yarım saat almıştır. Saat 13.00 dendi mi de, 13.00 biter. Yıllara gelince, herhangi bir yıl, ilk günle başlıyor. 365 gün geçince bitiyor. Ve biten yılın adı söyleniyor. İsa’nın doğumu ”0" yani başlangıç kabul edildiğine göre, İsa, "1" yaşını bitirince, takvimler "1"i, yani biten yılı gösterdi. İsa, 1 1/12, 1 2/12.... 1 11/12 yaşına geldiğinde, yani 1 yıl 11 aylık olduğunda takvimler yine 1’i gösteriyor. 1 yıl 12 ay bitince (31 Aralık sonunda) takvimler, 2 yılın bittiğim gösteriyor. Böylece yüzyıllar geçiyor. 1986 yılının 12 ayı bitince, (31 aralık sonu) takvimler. 1987 yılını (yani 1987 yılının bittiğini) gösteriyor 1 Ocak günü bittiğinde ise 1988'den bir gün alınmış ve yaşanmış oluyor. Bu durumda, kimsenin yaşı da değişmiyor. Tersine, 1 Ocak 1987’de 1986 yılının bittiği görüşü kabul edilirse ki bu yanlıştır, herkes olduğundan 1 yaş daha büyük sayılarak, büyük yanılmış olacaktır.
Yüzyıllar hesabında da aynı durum söz konusudur. 0-99'un sonu 1. yüzyıl, 100. 'den 199’un sonuna dek 2 yy, 1900'den 1999 un sonuna dek 20 yy. Yani 1900’den başlayarak her yıl 20 yy. dan yaşanmaktadır. O halde, 1 Ocak 1987 günü. 1988’den bir gün yaşandığını gösteriyor mu?
Dr. Muzaffer Adıgüzel’in söylediklerini, herhalde, bugün çok kimse tartışacak. Bunu bir “paradoks" yani "alışılmışa karşı düşünce" sayan olabilir. Adıgüzel, bir matematikçi kafasıyla düşünüyor. Onun, ilkokul öğrencilerini ortaokullara hazırlayan "Modem Matematik" adlı bir yapıtı da var. Dağıtımını "Öğretmen Dünyası" dergisi yapıyor
Bunları, kafaları karıştırmak için tuhaflık olsun diye yazmadım. Düşündürmek için yazdım! Ben bir yıl geçti filan derken. 1988'den yemeye başlamışım da haber olmamış!
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, 28 Aralık Pazar günü çıkan “Yılı Kaçırmak ve Yuvarlak Zaman" başlıklı yazısında. “1986'yı elden kaçırmak üzereyiz. Bir de gerçek demokrasinin engellerini kaçırabilseydik!.." diyordu. İşte sorunun özü burada…
Ankara’da Muzaffer Adıgüzel’in düşüncelerini aktarırken Paris'te yaşayan bir başka matematikçiden, Prof. Ahmet İkizek’ten söz etmek istiyorum
Ahmet İkizek, 62 yaşında. 194O'lı yıllarda, birkaç arkadaşıyla Avrupa sınavını kazanarak Paris’e gider Yüksek matematik okur. Orada doktora yapar, üniversitede kalır. Şimdi. Paris bilgisayarının başında, üst düzeyde bir görevde Danimarkalı bir bayanla evlenmiş, çocukları olmuş. Kızlarının ilk adları Türk adı, ikinci adları ise Fransız adı. Bir de oğlu var, o da öyle…
Bu yaz, Türkiye'ye geldiğinde, Türk vatandaşlığına geçmek için başvurur. 1960’lı yıllarda, planlamayı kurması için, daha sonraları Devlet İstatistik Enstitüsü'nü oluşturması için yurda çağrıldığı olmuş, ancak Ahmet İkizek, çeşitli kişisel sorunları nedeniyle gelememiştir. Bu yaz, gelmek ve Türkiye’de oturup yaşamak istediğim bildirir. Soruşturmalar başlar. Ahmet İkizek. Adıyaman'ın Besni ilçesindendir. Oraya şöyle bir soru da yöneltilir:
Ahmet İkizek'ın Ermeni asıllı olup olmadığının araştırılması...
Sonunda, Ahmet İkizek’in yurttaşlığa alınması istemi retedilir. Kendisine de bir şey söylenmez.
Ahmet İkizek, dünya tatlısı bir kişi, bir beyin. Paris’te karşılaştığımızda ne yapacağım şaşırdı ağırlamak için. Prof. Suat Aksoy’un, Yahya Kanbolat'ın, Burhan Cahit Ünal'ın yakın arkadaşıydı. Ben Ankara'da bir kez, tarımcıların kokteylinde görmüştüm. Paris IBM’inin başında olan bir beyinden yararlanmak istememek, sudan, yanlış, haksız bir gerekçeyle vatandaşlık istemini kabul etmemek, neyle bağdaşır, biri bana söylesin!
Ahmet İkizek'le, Paris’te birkaç kez birlikte olduk. Paris'ten Bruxelles'e giderken, istasyonda valizlerime dek taşıdı. Oradakiler de, çoğu aydınlar, birbirlerini tanımıyorlardı. Gidişim, onların tanışmalarım da sağladı. Ahmet İkizek, Ataol Behramoğlu'yla, Nedim Tarhan'la dost oldu. Nedim Tarhan. Paris’te kooperatifçilik üzerine doktora yapıyor. İkizek, gittiğimiz bir sergide genç Türk ressamının resimlerinden aldı. Bunlar, yurt özleminden başka bir şeyle açıklanabilir mi?
Paris'te de Türkler, bir ölçüde kapalı yaşıyorlar. Strasbourg Caddesi, baştan sona Türklerin işlettiği lokantalarla, dükkânlarla dolu. Orada Fransızca konuşmaya gerek yok. Yüzde doksanı Türkiyeli de ondan. Lokantaya, bir gün iki Fransız yemek yemeye girerler Türk, arkadaşına seslenir:
Lan Ali, yemekler hazır mı, turistler geldi!
Dönerciler, kebapçılar, baklava, lokum satanlar. Eh, caddede az biraz pis.
Levent Altıntaş'ı, 1980'de Paris’te birkaç günlüğüne gittiğimde tanımıştım. O zaman Türk elçiliğinde memur olarak çalışıyordu. Bu kez, bir rastlantı sonucu karşılaşıverdik. Levent Altıntaş elçilikteki görevinden ayrılmış, Starsbourg-St Deniş’de. L Echıquıer sokağında, bir işyeri açmış. Video film müzik kasetlerinden tutun, her çeşit ucuz uçak-tren biletlerine, gıda-et pazarına dek her işi yapıyor. Ayrıca Paris'te çeşitli bakanlıkların sigorta işlemlerini üstlenmiş. Başını kaşıyacak zaman bulamıyor ....
Strasbourg caddesinden, Saint Deniş sokağına girdiniz mi, orada aşk evleri başlıyor. Soyunmuş kadınlar, o soğukta üşümüyorlar mı? Müşteri bekliyorlar. Yazın daha açık saçık olurlarmış, üstsüz bekleşirlermiş. Zenciler çoğunlukta gibi geldi.
Yorulunca bir kahveye girip oturuyoruz. Paris’in güzel bir şeyi, sıkışanların bir kahveye girip, kahvenin helasına dalabilmeleri. Bu belediye yasasında varmış. Bir kişi, tuvalet gereksinimi duydu mu, karşısına çıkan kahveye girer
Afedersiniz tuvalet nerede? diye sorar. Kimse:
Burası babanın şeyi mi? Demez. Tuvaletin yerini gösterir. Sıkışan kişi işini görür, rahatlar, çıkar. Orada bir şey yiyip içme zorunda da değildir.
Paris akşamlarında, Champs-Elisees pırıl pırıl, yeni yıl dolayısıyla böyle ışıklandırılmış. Walter Benjamin, Paris'i anlatırken şöyle der:
"...Kentte insan bir yabancı da olsa, kendi sığındığı evindeymiş gibi yaşayabilmekte; kendine göre bir Paris oluşturabilmektedir. Paris’te insan, evinde yalnızca yatmak, kalkmak, yemek yemek için değil, yaşamak için yaşayan biri gibidir ..." (Walter Benjamin, "Estetize edilmiş yaşam’ Dost Yayınları, Çeviren, Ünsal Oskay Sayfa:22)
Paris'te pek çok Türkle karşılaştım dedim ya, arayanların çoğu ile de görüşemedim. Film yapımcısı sanatçı Yavuz Özkan'la, Ayşe Emel Mesçi ile kahve içimi konuştum. Emel Mesçi, Almanya dan sonra, Paris'te tiyatro çalışmaları yapıyordu. Taa İsveç'ten gelmişti. Tümünün gözlerinde buğulanmış bir özlemi görüyordum. Bir hüznü.. Ozan Ataol Behramoğlu. "Paris Şiirleri ’nden birinde şöyle der:
"Yalnızım bu ıssız Paris akşamında/Yağmur çiseliyor kapanık göklerden/Yalnızlığı daha daha da çoğaltan/Bir sığınak gibi dönerken odama/Yaslı bir yürekle, yepyeni kanayan. /Yalnızım bu ıssıs Paris Akşamında
Bırakıp gitti mı beni şiirlerim/Yitik bir gezginim şimdi buralarda/Köklerim nerede kendim neredeyim/Bulvarlardan bir düş içinde geçerken/Solunurken boğuk havayı metroda/Bırakıp gitti mi beni şiirlerim.
Kahvede yandaki masada bir kadın/Cigara üstüne cigara yakarak/Mahzun gözleriyle camdan bakıyordu/Mahzun gözleriyle mavi ve çocuksu/Teni ipek gibi beyaz ve duruydu/Kahvede yandaki masada bir kadın.
Ne anlatır ona benim uzak ülkem/O başka köklerin üstündeki fidan/Ben başka köklerden kopup gelen adam/Kahvedeki mahzun mavi gözlü kadın/Dudaklarında bir hüzün kıpırdanan/Ne anlatır ona benim uzak ülkem .."
1 Ocak 1987, Cumhuriyet