Atilla Arsoy'u, cumartesi günü, gömütü başında andık Karşıyaka’da. Atilla, 10 Ocak 1987'de ölmüştü, daha yeni. 28 mart ise, Atilla'nın doğum günüydü. Arkadaşları, bir ölüyü doğum gününde anmanın güzelliğini düşündüler. Bana Varlık Özmenek söyledi, birlikte gittik. Atilla'nın gömütü çiçeklerle kaplanmıştı. Biz de götürdüğümüz çiçekleri serptik. Enikonu kalabalıktı, duyabilenler gelmişlerdi. İstanbul'dan gelen Dr. Niyazi Tunga da oradaydı. Varlık Özmenek, Atilla'nın gömütü başında yaptığı konuşmada, özetle şöyle dedi:
“Ölümünün üzerinden iki buçuk ay geçti. O gün Atilla’yı sonsuza veren dostları bizler, bugün Atilla'nın doğum gününde, onunla hep birlikte olmanın inanıyorum mutlu olacaktır mutluluğunu paylaşıyoruz. 'Mutluluk' deyimini rastgele bir duyguyla ya da salt 'moral' gereksinimi düşüncesiyle söylemediğimi kabul edeceksiniz. Atilla’nın beyniyle, yüreğiyle, emeğiyle ve bileğiyle candan bağlı olduğu, uğrunda özverilerle, sevinçlerle, çilelerle ve mutlaka utkuyla sonuçlanacak umutlarla bağlı bulunduğu yaşam biliminin yasası gereğidir bu. Bunun içindir ki, onu anarak; doğum gününü paylaşmak istiyoruz. Anmaktan öte, Atilla'yı Atilla yapan ölümsüz, yüce değerler adına onu selamlamak istiyoruz...
Dehşet bir inanç ve özveri emekçisi… Sarsılmaz direnç, uçsuz-bucaksa sevgi, coşku, dayanışma, paylaşma emekçisi. Sessiz, gösterişsiz, ama ödünsüz güzellik emekçisi ve kolay değildir elbette mesleği bu erdemler olan bir insanın, bir daha cismen kucaklanamayacak olması..
Atilla'nın ölümünden sonra, “Atilla Arsoy'un Ölümü” başlıklı bir yazı yazmıştım. Orada Ali Çiçekli’nin bir mektubunu da aktarmıştım. Çiçekli, Atilla'nın çok içtiğinden hatta bu yüzden yaşamını yitirdiğinden söz ediyordu. Atilla'yı daha yakından bilenler bunun doğru olmadığını söylediler. Ali Çiçekli de biliyorum, kimseyi incitmek için yazmadı onları...
Akşam Çağdaş Gazeteciler Lokali'nde Atilla için yemek vardı. Burada da Mülkiyeliler Birliği Başkanı Alper Aktan konuştu; gençler, kızlı erkekli türküler söylüyorlardı. Güzel bir akşam oldu. Yemeğe azıcık geç varmıştım; Konya Liselilerinin yemeğine gitmiştim, oradan geldim. Konya Liseliler, “sınıf arkadaşları” yemeği. Orada eski kimi sınıf arkadaşlarımı, öğretmenlerimi gördüm. Nazım:
“Arkadaşlık ağaca benzer/Kurudu mu yeşermez artık...” der, bir şiirinde. Sınıf arkadaşlığı da yetmez olur bir yerde. Geçenlerde, lise yıllarından bir arkadaşımız, Yıldırım Kuzum öldü Ankara'da. Danıştay'da Birinci Daire Başkanı'ydı. Yüreği durmuş, öldü, nasıl üzüldüm. Okulda kızlar sınıfındaydı Yıldırım, sanıyorum. Sonraları bir araya geldik. Hocaların taklitlerini en iyi yapanlardandı! Çalışkan da. Konya Liseliler yemeğinde, İstanbul’dan gelen Kerim Yarakta konuşuyorduk. Yıldırım, daha ortaokul sıralarındayken, sınıf arkadaşı Mustafa Baykal Yıldırım için:
Bu çocuk büyüdüğü zaman Atatürk olur! diye düşünürmüş. “Konya Liseliler” yemeğinde de, böylece Yıldırım Kuzum'u andık işte.
Sınıf arkadaşlığından “sınıfsal arkadaşlığa” geçiyordum cumartesi akşamı. Sınıfsal arkadaşımız Atilla Arsoy’du. Atilla’nın arkadaşları arasında takma adı “Ayı”ydı. İrikıyımdı, belki ondan öyle diyorlardı. Mete Tunçay'ın da, arkadaşları arasındaki adı “Ayı Mete!” Atilla'nın ölümünden sonra, Mete çok üzüldü. Bir arkadaşına:
Ayıyı yitirdik! dedi. Arkadaşı:
Sen de “ayı”sın! deyince, Mete yine üzgün:
Öyle ama, asıl ayı oydu!.. dedi.
1402’lik Mete Tunçay, yarın Almanya'ya gidiyor, Berlin'de ders verecek. Türkiye'de yönetimin değerini bilmediği aydınlar, gidiyorlar böyle işte...
Arkadaşları Atilla Arsoy'un gömütünü yaptırmak, ölüm yıldönümüne onun adına bir kitap çıkarabilmek için, Ankara’da Ziraat Bankası Kızılay Şubesi'nde 75606 numaralı hesabı açtırdılar. Hesap Varlık Özmenek adına açıldı. Toplanacak paralarla, Atilla Arsoy'a yakışır bir gömüt yapılacak. Sessiz yaşamış emekçinin gömütü olacak bu. Bir simge olacak...
***
Cuma günü Evren, İstanbul’da Basın Sarayı'nda basın toplantısı yaptı ya, ertesi gün, aynı yerde Türkiye Yazarlar Sendikası'nın, genel kurul toplantısı vardı. Aziz Nesin, açış konuşmasında bir yerde şöyle demiş:
İşte yaşam budur, dün burda kim oturmuş konuşuyordu; bugün aynı yerde ben oturup, ben konuşuyorum!...
Önceki hafta Prof. Bahri Savcı Ankara'daydı. 1402'lik Bahri Savcı. Burada YÖK üstüne konuşmalar yaptı. Güzel konuşmalardı. Bahri Savcı, 1402 ile görevlerinden alınanların ekonomik durumlarına değinirken:
Ben az ekmekle doymam, ama yalnız ekmekle doyabilirim katık istemem, ne demek istediğimi anlatabildim değil mi? dedi. Bahri Savcı, emekliliğine dört ay kala. 1402 ile SBF'deki kürsüsünden uzaklaştırılmıştı...
YÖK'le ilgili konuşmasını yaptıktan sonra, Haldun Özen'le birlikte, onun bürosuna gittiler. Yeni oluşacak “Dil Derneği”nin kurucu üyeliği belgelerini imzaladı. “Bir kahve İçelim” dediler Bahri Bey: “Nescafe içerim” dedi. Kondu. O, “Biraz kahveyi çok koyalım” dedi, “Suyunu da az koyayım, kahve böyle güzel olur” diye ekledi. “Kimisi bol su dolduruyor, kıvamında olmuyor” Oradan Erbil Tuşalp'in imza gününe, Dost Kitabevi'ne gittiler. İki saat ayakta söyleşildi. Söyleşi sırasında Bahri Savcı:
İnsan, dedi, işsiz kalınca birisine gidip de, “Bana iş ver” demeye sıkılıyor. Ben böyle bir şeyi usuma hiç getiremiyorum, bu bana çok aykırı geliyor, ağır geliyor. Ben böyle bir şeyi istemeye utanıyorum...
Bahri Bey'in YÖK'le ilgili konuşmasını yazacağım, okurlar da öğrensinler, bunu istiyorum. Ancak, daha önce Bahri Bey'in, Evren'in basın toplantısı üzerine düşüncelerini aktarmak istiyorum. Bahri Bey, bu konuda özetle şunları söyledi:
“Devlet Başkanından çelişkili demeçler ortaya çıkmıştır. Baştan, bilinmezlikten gelinmiştir. Neden? Nedenini ararsak şunu görürüz: Olay laiklik ilkesine çok aykırı idi. Bilindiği üzere, mukaddesatçılar, dinciler, Atatürk'ün 'muasırlaşma' dediği çağdaşlaşmaya kontra tutucular, yaşamımızı beşikten mezara kadar her yönünde, metafizik, Semavi kaynaklar içinde hapsetmek isterler.
Oysa bu, laikliğe aykırıdır. Laiklik, doğumumuzdan eğitimimize, nikahımızdan mesleğimize, kültürümüzden sanat zevkimize, estetiğimize kadar bir yeryüzü olgusu olan yaşamımızı bilimsel verilere dayatarak düzenleme ve yönetme demektir.
Baştan olay hakkında, bilinmez gözükme, bu laikliği kaldıran, ona önem vermeyen tutucularla bir safta olmaktan kaçınma içgüdüsünden gelirdi. Fakat, sonradan bir zaman kazanıldı. Bu zaman içinde olayın, sistemin gerekleri içinde kaldığı görüşüne varıldı.
Sistem şudur: Türkiye'yi gerçekten çoğulcu ve serbest bir ortamda, Rönesanstan gelen, aydınlıklar çağından gelen. 1776 Amerikan, 1789 Fransız devrimlerinden gelen, Roosevelt’in dört ilkesinden gelen ve buralardan süzüle süzüle gelen, özgürlük, eşitlik, güvence, baskısızlaşma, korkudan azade bir demokratik yapı içinde, gerçekten genel oydan çıkan iktidar ve muhalefetler ve demokratik kurumlar arasındaki ‘consensus'cu (Birleşik rıza arayan) istençlerle ve katkılarla oluşan bir müspet bilim algısına karşı gelme sistemiydi. Yani, müspet bilim algısına karşı gelme sistemiydi.
Şimdi, mukaddesatçılık, maneviyatçılık adı altında bu müspet bilim algısına, beşeri kaynaklara, ussal ve deneysel verilere dayalı, demokratik değerleri daraltmacılığa uğratan bir iktidarlar dönemi içine girmiştik. Dinsel kaynaklardan laik cumhuriyete yardım elde etme de, bu sistemin bir parçası idi. Madem ki laikliğe önem verilmiyordu, dinsel kaynaklan kullanmak da sakıncalı gözükmezdi. O halde öğrenimi, öğretimi, eğitimi, beşeri ve kutsal deneyimi ve müspet bilimi reddeden iktidarlarla zıtlaşmaya gitmektense, onların icraatının içinde bulunmak sakıncalı sayılmazdı.
Sistem, Türkiye'ye yukarıdan velayetçi, vesayetçi, monolitik ve mukaddesatçı bir irade getirme sistemiydi. Bu sistem içinde artık laikliğin sözü olmazdı. Bu mantık içinde kalınca, yardımın hiçbir sakıncası gözükmezdi. Oysa ki yardımın sakıncası, bu noktalardadır”
31 Mart 1987, Cumhuriyet