Okurun Gözyaşları...

Mektubuna "Değerli Aydın’lık ve Demokratlık" diye başlamış. Sıcak, duygulu, duyarlı bir mektup. “A” ilinde, gece 21.40’ta kaleme almış mektubunu okur. Şöyle diyor:
"Bu yoğunlaşan, gitgide kararan ve paralel olarak da bunaltan ortamda özlemle selamlarım seni.
İzin verin, size 'Sevgili Ekmekçi' diyeyim. Sevgili Ekmekçi, niye böyle garip bir seslenişle girdim mektubuma? Belirteyim: 17 Nisan 87 tarihli Cumhuriyetteki 'Köy Enstitüleri'ne Gelen Köylü Çocukları...' başlıklı yazıyı okumaya başladığım anda karar verdim yazmaya.
Tüm yazılarınızı okuyabilmiş, sürekli izleyebilmiş bir okur olmadığım gibi, sizden çok genç oluşumdan ötürü, samimi kaçabilecek bir seslenişle girmeyi uygun bulmadım. Ağabey, amca, dayı desem kişisel tanışıklığımız olmadığından, feodal-lumpen kaçacak. Buna benzer düşünce ve yorumlamalar yüzünden kişileştiren bir seslenişte bulunamadım önce. Ve aslında seslenişimde özetlediğim düşüncelerdi yazmamın nedeni, öyleyse, uygun bir başlayış olur diye düşündüm, öyle başladım. Ve hemen sonra da, saydığım, saymadığım tüm gerekçeleri çiğneyerek, ‘Sevgili Ekmekçi' seslenişiyle açıklama faslına girdim, hoşgörünüze güvenerek. Mektubumun okunacağım umarak, aklımdan geçenleri anlatmak istiyorum.
Burdur'dan Isparta'ya gideceğim, gazeteyi aldım, otobüse bindim. Bereket başladı, başlamak üzere. Ana haberler ve birkaç makaleden sonra sizin yazınıza geçtim. Daha ilk paragrafta yüreğim yanmaya, gözlerim yaşlanmaya başladı. Anlatımımdaki amacım trajiklik değil, inanın. Her tümcede sizinle (yani Aydınlık ve Demokratlıkla) bütünleşiyor, senkronize oluyordum. Düşünce olarak, duygu olarak.
Her tümceyle Enstitü'ye ilk gelen bir köylü çocuğu oluyordum, irileşmiş yumruklarım, uzamış kollarım, güçlü bacaklarımla Anadolu üzerine çöreklenmiş yüzyılların bilgisizlik zincirlerini parçalamak istiyordum.
Sonra bir Enstitü öğretmeni oluyordum, ilk gelenlerin yüzlerine bakan, o anı yaşıyordum sanki; şiddetli bir haz duyuyordum benliğimde. Yüzlerce Enstitülü oluyor, arı gibi çalışıyordum, önce öğrenmek için okullarda (Enstitûlülerie yani) sonra Anadolu haritasını dolduruyordum, boydan boya, enden ene. Simdi öğretiyordum öğrendiklerimi. Başta ahulardan, yıkık-yumruk odalardan oluşan okullarım, tertemiz, tertip düzen kokan eğitim yuvalarına dönüyordu, öz becerilerimizle Anadolu’da insanlar değişiyorlar.. Kaba saba, en kaba saba küfürleri basit konuşma dili olarak kullanan; karısını, kızını mülk gören, kocasını, babasını malik gören; insanlar; hani o kimyasal reaksiyonlarda, titrasyonun kritik bir aşaması vardır, bir renkten diğerine geçilir, tıpkı öyle değişmeye başlıyordu. Açlıktan tokluğa geçiş gibi, hastalıktan sağlığa geçiş gibi. 'Herif’ler ‘Beyefendi’, 'Eşşoğlueşşekler', 'Zilliler', 'Oğlum', 'Karım' oluyordu tatlı tatlı, güle oynaya, türkülerle, horonlarla..
Otobüs şehirden çıkmış, Burdur-Isparta arası verimli toprakları akıtarak gidiyordu. Yazınızı bir solukta okuyamadım bir türlü. Sık sık yazıdan ayrıldım, çünkü, 'olabilirdi’ler bugün olanlar, korkunç bir savaş içinde aklımda. Birkaç cümle okuyorum; hırs, coşku, çaresizlik karışımı, gözlerim doluveriyor. Gerçekte, boşana boşana ağlamak istiyorum, ama gene de sakladım gözlerimden inen yaşları; güya biraz düşünceliymişim gibi, elimi alnıma götürerek. Bu yazıyı okurken, tüm Köy Enstitülülerle hayalimde haşır neşir oldum, tanıştım, onları çok sevdim. Burdur topraklarında okumuş olmam ise, Fakir Baykurt’u özellikle düşündürdü. Gözlerimin önündeki toprak, düzgün, kurulmuş meyvelikler, toprağa girmiş bir traktör, pulluk, diskara, ekim makinesi, ilaçlama pompası, sulama kanalları, güzel yapılmış bir köyevi biraz Fakir Baykurt’tu benim için bu yolculukta..
Şimdi, şu an yani, gecikmeyle yazabildiğim düşünceler, düşündüklerimin çok fazlaca seyreltilmiş hali doğal olarak. Ama, gene da biraz olsun rahatladım. Daha da önemlisi, aydınlığa bağladığımı hissetmem, bu bağ çok ince, kılcal da olsa.
Sevgi ve saygılar sunarım."
İkinci mektup da aynı konuda, Köy Enstitüleri’yle ilgili. "Değerli Mustafa Ağabeyciğim" diye başlıyor; şöyle sürüyor:
"Size uzun zamandan beri depreşip duran duygularımı iletme isteği gün geçtikçe arttı durdu. En sonunda size yazma gereğini duydum. Size biraz Köy Enstitüleri’nden bahsedeceğim, kendi duygu ve düşüncelerimin doğrultusunda Ziraat Fakültesi'yle karşılaştıracağım:
Köy Enstitüleriyle ilgili pek çok kitap, makale vs. okudum. Bu konuda okuduğum her yazının sonunda içimde acı bir burukluk hissettim. Köy Enstitülerine yapılan bunca haksızlığa bir dur demenin olanağı yok mu, diye düşündüm, durdum. Talip Apaydın'ın 'Köy Enstitüsü Yılları' adlı kitabını okuyunca, kitabının sonuna gelip de bitirmek üzereyken, duygularıma hâkim otamayarak, hüngür hüngür ağladım. 'Neden böyle bir düzen?' diye düşündüm, durdum. Neydi Köy Enstitülerinin amacı? Apaydın’ın kitabında gerçekten anladım.
Köyden donsuz, fanilasız, “yalınayak başıkabak” gelen çocuklarımız nasıl da eğitiliyor, nasıl da çalışıyorlar, hırsla, kuvvetle, sevgiyle amaçla...
Öğrencilerin kültürel, sosyal eğitimleri beni adeta büyüledi.
Ama ne oldu? Gerici çevrelerin (şu anda yazımı ağlayarak yazıyorum) çamur atmasıyla, koskocaman bir eğitim yuvası yok oldu, gitti. Neymiş efendim? ‘komünist yuvası', fuhuş yuvası’, 'uçaktan bakıldığında orak-çekice' benziyormuş... Derken, amaçlarına ulaştılar hainler!
Buraları bitirenler, gittikleri köyleri birer birer aydınlatmaya başlayınca, etekleri tutuşmaya başladı. Sonra ne oldu? Ziraat fakültelerine ağırlık verildi, teknik liselere birtakım beyni yıkanmış hocalar yerleştirildi.
'Ziraat fakülteleri mühendis çıkarır, bunlar köylülerle bağ kurar, onlara en doğru şeyi göstermeye çalışır.' Pöh! Bunlar hayal! Kimi okullarda, sadece gerici, şeriatçı, din kisvesine yatmış birer mühendis yetiştiriliyor. Bunların amaçları önceden saptanıyor, gittikleri yerlerde, ekin nasıl ekilir, nasıl biçilir yerine, Allah’ın yüceliği, İslam dininin tek ve esas din olduğu anlatılıyor. N'apsın köylü, zaten inandığı, güvendiği bir tek şey, o kaderine boyun eğiyor. Köylü, yine köylü (eskisi gibi) Ziraat mühendisi ise yükseliyor.
Bu yıl okulu bitiriyorum, ben ne ağaç budamasını, ne ekin ekmesini, ne ilaç yapmasını biliyorum, öyle geldim, böyle gidiyorum. Köy Enstitüsünde böyle miydi? Bu memlekete Tonguç gibi, Yücel gibi kimseler çok az gelir. Değerleri bilinmemiş, ama biz onları çok iyi anlıyoruz. Onlar öldü, ama geriye bizleri bıraktı! Saygılar..."
Okurların ikisinin de adlarını, yerlerini yazmadım. Öyle bir ortamda yaşıyoruz ki...