Durmadan yağan yağmur, Brüksel caddelerini bir güzel yıkarken, NATO'nun askeri karargâhı olan “Shape"'te de beyinlerimiz bir güzel yıkandı.
Shape, Brüksel’e elli kilometre uzaklıkta; içeriye sıkı bir denetimle giriliyor. Pasaportları verip, giriş kartlarını aldık. Shape’in arabası getirdi oraya kadar, geriye de o götürecek. Bize bilgi veren çeşitli ülkelerden askerlerin ülkelerini, rütbelerini yazmak yasak. Yoksa, bir de "casus" durumuna düşüveririz.
Başıma bombalar yağıyormuş gibi dinliyorum konuşmacıları. NATO'nun amacı savunma, savaş değil. Savaştan caydırıcılık. Bu caydırıcılığı da, NATO nükleer silah kullanabileceği gözdağıyla yapıyor. Böyle bir gözdağıyla, silahlı bir saldırıyı engelleyecek.
Kırmızı güçler, mavi güçler. Kırmızılar NATO'nunkiler, maviler düşman. Yani Sovyetler Birliği, ya da Varşova Paktı üyelerinin askerleri.
NATO ile Varşova Paktı güçleri arasında sürekli karşılaştırmalar. Doğrusu hem insan, hem donatım olarak, Varşova Paktı ülkeleri üstün. Ardı ardına sıraladılar, silahlı hiçbir helikopteri yoktu, gelişmiş saldırı helikopterlerinin Afganistan'da kullanıldığına ilişkin belgeler var. Sovyet tankları çok etkileyici, Sovyetler yeni bir bombardıman uçağı geliştirdiler. Bunlar önümüzdeki yıl servise girecek, kalkıp Kuzey Amerika'yı bile bombardıman edecekler. Başımı saklıyorum, bombalardan.
Bir başkası, deniz kuvvetlerinde yeni gemilerin hizmete girdiğini anlatıyor, NATO'da değil, Varşova Paktı’nda. Anlatılıyor ki, NATO'nun silaha karşı silah, insana karşı insanla karşılık vermesi olanaksız. Anlatıyor asker konuşmacı:
Maalesef şu anda, NATO konvasiyonel silahlar konusunda, Sovyetler Birliği ile savaşacak durumda değil. NATO'nun planı, konvansiyonel silahlarla NATO bir saldırıya uğrarsa, nükleer silahlarla bunu caydırmaya çalışmak.
Hıh, dedim içimden, şimdi oldu.
Ankara'da da, bizim Türk Tabipler Birliği üyeleri, nükleer silahlara karşı bildiri yayımladıkları için mahkemedeler...
Ya "caydırıcılık" filan derken, savaş patlak verirse? Yoo, Sovyetler'in uslarını bu denli peynir ekmekle yemediğini düşünüyorlar. Şöyle diyor konuşmacı subay:
Benim niyetim size kara bir tablo çizmek değil, gerçekleri söylemektir. Ruslar, dikkatli bir ulustur. Bir savaşa girişeceklerini sanmıyorum. Ama, yirmi yıl önceki kuşkular, bugün de geçerli.
Daha sonra, NATO Başkomutanı General Rogers'la yapılmış bir konuşmayı videodan izliyoruz. Rogers şöyle diyor konuşmasınının bir yerinde:
Sovyetlerden gelen tehdit, yalnız barışa değil, özgürlüğedir de.
Daha sonra, yine üç askerden oluşan bir açık oturumu izliyoruz. Biri şöyle diyor:
Kısa menzilli füzelerin ortadan kaldırılması için, politikacılar başka türlü düşünür, biz askerler başka düşünürüz. NATO Komutanı Rogers, füzelerin "eliminasyonundan" memnun değil. Çünkü, o bir asker. Memnun olmamakla birlikte, politikacıların aldıkları bir kararın uygulamaya konmasını benimsiyor.
Gazeteci arkadaşlar, Türkiye'nin durumu ile ilgili sorular soruyorlar. Türkiye'nin bir savaşta —tabii bu Sovyetler'le bir savaş olmalı— donatım konusu yetersiz. Hava kuvvetlerinde de eksikler var, bu eksikler ülkeyi bir hava saldırısına karşı savunmasız duruma düşürüyor. “Deniz kuvvetleri konusunda bir yorumda bulunamam" diyor adam, "Bir eksiklik olduğunu söyleyebilirim" diye ekliyor. Şöyle diyor:
Çok güç koşullara sahip Doğu Anadolu'daki kuvvetlerle, bir Sovyet saldırısına karşı caydırıcı bir güç oluşturursunuz.
Bunları dinlerken, çocuğuna bağıran anneyi düşünüyorum:
Yapma diyorum sana, gelirsem fena yaparım.
………..
Yapma dedim ama, aaaa, çok oluyorsun ama.
Gümmmmm.
Konya'da jetlere uçuş alanı verilip verilmemesi tartışmasına geliyor sıra; yabancılar, Konya'yı Türk hükümetinin önerdiğini söylüyorlar. Oysa, Zeki Yavuztürk öyle mi dedi? Avrupa'da sesten hızlı giden jetlerin uçuş yapacakları yer kalmamış artık. Kanada, "Sende var" diyor. Türkiye de öyle. Ama onun ağır koşulları var, kesenin ağzının açılmasını istiyor anladığım.
Sonra topluca yemeğe gidiyoruz. Bize, toplantıda “brifing” veren subayların yemek paralarını da biz ödeyeceğiz, öyleymiş Amerikalıların adeti. Adam, çene patlatmış, konuşmuş, bir yemek olsun ısmarlamayalım mı yani?
Dışarı çıktık, yağmurdan temizlenmiş, pırıl pırıl olmuş ortalık. Bir bayan binbaşı —bekâr— minibüsle dolaşırken, "Shape" köyü ile ilgili bilgiler veriyor. Kitaplıklar, eğlence yerleri, sayrıevi. Tercüman’dan Arslan Bartu:
Tüh, diyor, hastanedeki Türk doktorla bir röportaj yapabilirdik, kaçırdık.
Geri döndük. Ertesi günü NATO'ya —sivil kanadına— gideceğiz. Bakalım orada neler göreceğiz?
21.06.1987
BRÜKSEL NOTLARI
MUSTAFA EKMEKÇİ
Yine Brüksel’de...
Yurtdışına çıkarken Ayla dedi ki:
Mustafa Abi, bu kez gittiğinde, "şurada kayboldum. Burada kayboldum" filan diye yazma.
Ya, ne yazayım?
Başka türlü yaz. "Brüksel'de biri bana yol sordu, ben de yolu gösterdim adama" diye yaz...
Peki, yol gösterdiğim adama yazık değil mi? Ya, o da yolu şaşırırsa?
Bir okur da:
Mustafa Ekmekçi’nin yurtdışına çıkığı kadar, ben Kızılay'dan Ulus'a gitmedim demiş.
THY uçağında, Ankara'dan İstanbul'a giderken, Hasan Cemal'e notlar yazıyorum. Yanımda, bir genç oturuyor, hiç konuşmuyoruz. Bir ara yerimden kalkıp, bir arkadaşa bir şeyler söyleyip geldim. Döndüğümde, koltuk komşum genç.
Çok şaşırdım dedi.
Dosyanın üstünde adımı okumuş:
Mustafa Ekmekçi sizsiniz demek, çok şaşırdım. Ablam da çok sevinecek sizi tanıdığıma...
Peki, neden şaşırdınız?
Ben sizi asık yüzlü, sert yapılı birisi biliyordum, yazılarınızdan, böyle biri, diye düşünüyordum. Oysa, hiç öyle değilsiniz.
Yazılarda size fıkralar anlatıyoruz, güldürmeye çalışıyoruz ya boşuna mı onlar?
Olsun. Verdiğiniz mesajlar önemli, onlar çok sert... Ben İlhan Selçuk’u tanımak istiyordum, dedi, yazıları sanki bir imbikten geçirilmiş gibi...
Sonra, Cumhuriyeti eleştirdi. Ben de eleştirdim. Gülüştük Ayrılırken, adreslerimizi verdik, adı, Sinan Akbaytürk. İstanbul'da bir şirkette çalışıyor.
Bu kez geziye yine Brüksel'den başlıyorum. Yalnız değilim, bir grup gazeteci arkadaş var, yitmek, kaybolmak yok, herkes birbirini kolluyor. NATO gezisi bu gezimiz. Her yıl, bir iki kez yapılan gezilerden biri. Böyle bir geziye hiç katılmamıştım. Ankara'da Amerikan Haberler Merkezi'nden Süreyya Arın:
Bir NATO gezisi var, katılır mısınız? diye sorduğunda şaşırdım önce:
Bir düşüneyim dedim. Neyi düşünecektim? Eşime sordum:
Aaa, katıl tabii, ne var... yanıtını verdi.
Ama, ben NATO'ya filan karşıyım. O, ne olacak?
Sonunda çıktık yola, Ankara'dan Süreyya Arın'dan başka Güneş’ten Haldun Armağan, Daily News'tan Yusuf Kanlı, TRT'nin İzmir Bürosu'ndan Mustafa Genç, kapanan Demokrat Ege’den Ergun Babahan var, İstanbul'dan dört kişi katıldı: Adnan Advan (TRT), Arslan Bartu (Tercüman), Tamer Güner (Milliyet). Mr John Onta (İstanbul Amerikan Haberler Merkezi’nden)
İstanbul'da, Bakırköy'de Gelik Restaurant'ta buluştuk hepimiz. Orada yemeğimizi yiyip, Belçika Hava Yolları "Sabena" uçağıyla doğru Brüksel. Öyle, Frankfurt'a filan uğramak, aktarmak, geceyarıları Brüksel’e varıp, yanlış yerlere gitmek yok.
Geçen yolculuğumda, Brüksel'den İstanbul'a Sabena ile uçmuştum, eski bakanlardan Kenan Bulutoğlu'yla uçakta karşılaşmıştık. O, Sabena’ya takılan bir söz söylemişti, şöyle: "Such a bloody experience never again" Sabena'nın baş harflerinden oluşan tümce, "Böyle bir belaya bir daha girme!" demek. Başka bir uçak şirketinin takılması olmalı, yoksa Sabenalar hiç de kötü değil. Sabena’nın İstanbul'la Arap ülkelerine seferlerinde, yemek tepsilerinin üstünde "etlerimizde domuz yoktur" yazısı var.
Yeşilköy'de valizleri taşımak için, üzerinde “tercüman" yazan el arabalarından yararlanmıştık Brüksel'de. 60 frank atmadan el arabası almak olanağı yok.
Brüksel'in Zevantem Havaalanı nasıl da yemyeşil. Ankara'yı beton yığınına çeviriyorlar, güzelim Güvenpark'ı, anıtını da yıkıp otopark yapmaya çabalıyorlar. Güven Anıtı’nda bozuldukları kanımca, aslında oradaki yontuların çıplak oluşu. Şimdi, Derinkuyu'ya yıllar önce yerleşmiş, yontucu Hakkı Atamulu anlatmıştı:
Çıplak gibi güzel bir şey yoktur, insanları, üstlerine giydikleri giysiler çirkinleştirir. Çıplakken daha güzeldirler.
Hakkı Atamulu şöyle demişti:
Bir yontucu için, çıplak yontu yapmak çok önemlidir. Bir yontucu bilirim, bana "Seksen yaşıma geldim, bir tek çıplak yontum yok" diye dert yanmıştı.
Hakkı Atamulu, Samsun'daki Atatürk Anıtı ile iki yanındaki genç kızla, genç erkeğin yontularını yapmıştı. Genç kız da erkek de çıplaktı. Atatürk'ün az gerisinde duruyorlardı. Erkek, yumruğunu kaldırmıştı, ancak yumruk güvercin biçimindeydi barışı simgeliyordu. Kız da, Atatürk'e “teşekkür” anlamında, bir çelenk uzatıyordu. Yontu. 12 Eylül'den sonra bitti. En üst düzeydeki yöneticiler, kızla erkeğin böyle çıplak durumda, Atatürk'ün arkasında duruşuna içerlediler. Kızla, erkek oradan alındılar, daha uzağa bir yere yerleştirildiler. Nasıl da komik bir şey oldu. Hakkı Atamulu, yapıtının bu duruma getirilmesine çok üzüldü. Bir ara Danıştay'a başvurmayı bile düşündü.
Brüksel'in simgesi ise pipisi açıkta işeyen çocuk. O da çıplak.
Brüksel'de, sanki sağım solum Türk Havaalanında, daha önce yanlış yere gittiğim bölüme baktım. Bu kez taksilerle kente gittiğimiz için sıkıntı yok. Demek, birkaç kez gelsem, iyice öğreneceğim. Ne demişti Nazım, cezaevinde yazdığı bir şiirinde belleğimde kaldığına göre:
"Resimlerde yaptım Avrupa yolculuğumu / Mavi pulu Asya’da damgalanmış bir tek mektup almadım / Bizim mahalle bakkalıyla ben / Fevkalade meçhuluz Amerika'da..."
Nazım, Türkiye’den ayrıldıktan sonra, ölesiye gezecektir. Ama, yaşamı yetmeyecektir, güzellikleri daha doya doya görmeye...
23 Haziran 1987, Cumhuriyet