Kumsalda...

12 Martlardan sonraydı; Behice Hanımlar, Sadun Beyler içeride, Fatma Hikmet İşmen, güneyde, belki Silifke'de denize giriyor. Fatma Hanım denizde kulaç atarken, içerideki arkadaşları için de atıyor kulaçlan ..
Bu, Behice Hanım için, bu Sadun Bey için!
Fatma Hanım'ın kulaçlarını bir "Ankara Notları”nda yazmıştım, Süleyman Bey'i gördüm Meclis kulisinde, takıldı:
Kulaçlar atılıyor bakıyorum! dedi. "Sen nasıl yazarsın böyle?” mi demek istemişti.
Belek'te Turban dinlenme yerinde kulaç atarken anımsadım 12 Mart’larda yazdıklarımı...
Bu, Behice Hanım için, bu Demir Özlü için, bu Server Tanilli için! Kulaç atarak şamandıraya varıyorum.
Bu, içeridekiler için, bu dışarıdakiler için, bu barıştan, Özgürlükten yana olanlar için...
O denli çok kulaç atmam gerekiyor ki, yoruluyorum:
Bu Ahmet İkizek için, bu Doğan Özgüden için, bu Ataol için, bu Melike Demirağ için...
Orhan Apaydın’ın eşi Gürsel Hanım geliyor usuma; Orhan Apaydın’ın ölümünden sonra sayrılandı. Yurtdışına gitti, ameliyatlar oldu, döndü. Baskı dönemleri, kimi kişileri erken öldürmekle kalmıyor, geride kalanları da ya sayrı, ya sakat bırakıyor.
Dinlendiğim Turban - Belek, daha önce de yazmıştım, Turizm Bankası'nın işlettiği yerlerden biri. Daha önceleri Akdeniz sıcağından korkardım, hiç de öyle değilmiş. Buralara temmuzda, ağustosta da gelinebilir. Denizin serinliği, azılı sıcaklan unutturuyor kişiye. Saat 12.00-16.00 arasında girmiyorum denize. Bir gölgeye çekilip ya okuyor, ya uyuyorum. Ter atınca göbeğim de eriyor mu ne?
Sabahın erken saatinde Muzaffer Adıgüzel’e kumsalda çıplak ayakla yürüyoruz; taa Ali Hoca'nın çardağına dek. Balıkçı motorları yeni gelmiştir; geceden gitmişler, ya oltaları, ya ağlan atmışlardı. En güzel balığı buranın “gırıda" dedikleri lagos, sonra mercan…
Ali Hoca çoktan kalkmıştır:
Çay mı içersiniz, karpuz mu keseyim?
İkisini de istemeyiz, bir soğuk su verirsen yeter, Ali Hoca. Ya da erik varsa olabilir
Var, var...
Eşi Hatice Hanım, bir tabağa erik (erikler bahçeden), asmadan üzüm getiriyor. On dakika mola veriyoruz burada...
Seriklilerin, Beleklilerin çardakları var burada. Derme çatma ya; Se- rik'in yaylası dedim ya, serinliyorlar Serikliler bu çardaklarda işte. Turhan'ın dinlenme yerleriyle Seriklilerin çardakları arasında orman işletmesinin sayıları az da olsa, çardakları var. Boylu boyunca uzanıp giden kıyıda, on beş bin kişinin barındığı çardaklar. Tuvaletleri öyle sağlıklı filan değil Bir huniyle kumsala sarkıtılıvermiş. Çevreye sidik kokusu yayılıyor...
Su Turhan'dan, ağaç ormandan, balık deryadan deyip konduru- vermişler çardaktan Hazine'nin kumsallarına. Biri:
Buralar yıkarlar, ama önümüzde seçim var, şimdilerde yıkmazlar! diyor Gelecek yıllarda ne olur bilinmez...
Denizkaplumbağaları varmış bu yörede; birkaç yıl önce kaplumbağalar kumsala çıkar, yumurtalarını bırakır dönerlermiş denize. Köyceğiz - Dalyan’da olduğu gibi. İnsan ayağı deyip de, buralara yapılar kondurulmaya başlayınca, denizkaplumbağaları da çekip gitmişler, nereye gittiklerini pek bilen yok!
Kıyılar, boydan boya parsellenmiş. Adım atılacak yer kalmamış, kimi de bunu turizmle özdeşleştiriyor. Halkın, dar gelirlinin dinlenemediği yerin turizmle, neyle ne ilgisi olabilir?
Yakında buralarda da dinlenilemez! diyor biri.
DİSK Genel-İş’in Burhaniye - Ören’de işçiler için bir dinlenme yeri vardı. 12 Eylülden sonra buraya el konularak Turizm Bankası'na verildi. Burada işçiler direnebilirler mi hiç? DİSK'in dinlenme yeri, lüks dinlenme yerleri arasına girdi. Kaymak tabaka dinleniyor orada şimdi. 12 Eylül'den hemen sonraydı, Mamak'tan aramışlardı. Arayan adli müşavir yardımcısı mıydı neydi?
Mustafa Bey diyordu, siz çok tatlı yazıyorsunuz. Size belgeler, malzemeler versek, yazılarınızda kullanır mısınız?
Ne gibi?
Bu DİSK'in ören deki dinlenme yerinde Abdullah Baştürk'ün özel odası varmış, gelin yatağında yatarmış. Bunların renkli resimleri var. O tatlı üslubunuzla ne güzel yazarsınız, İster misiniz?
İstemem! yanıtını verdim, yazmam!
Neden?
Bir kez ben, eli bağlı kişiler için yazı yazmam. Hem bizi, basını böyle şeyler için kullanmayın lütfen. Turizm Bankası’na vermişsiniz, tamam işte.
Daha sonra Milliyet’te Orhan Duru'yu, Hürriyet’te Oktay Ekşi’yi aramış. Onlar da benzeri yanıtlar vermişler. Basın, 12 Eylül'de güzel sınav verdi kanımca. Çoğunluğuyla güzel sınav verdi.
Biliyordum Ören'deki DİSK dinlenme yerinin iç yüzünü. Orada, evet, bir gelin yatağı yardı, ama orada Abdullah Baştürk yatmıyordu. Baştürk’ün Ören’de, İlhamı Soysal’ların, Ruhi Su’ların, Bahn Savcı’ların oturdukları yerde bir dairesi vardı, insan çoluk çocuğunun bulunduğu yeri bırakır da, onun yakınındaki gelin yatağında yatar mı? Söylentiler yalandı baştan sona. O gelin yatağının da öyküsünü sonradan dinlemiştim, Burası düzenlenirken mimarlık açısından bir sakatlık çıkmış; bir beton direk, odanın ortasında kalıvermiş. “Ne yapalım, ne edelim?" derken, biri bir kurnazlık düşünmüş:
Burasını, demiş, daire biçiminde bir yatağa çevirelim, süsleyelim, "gelin yatağı" olsun. Yeni evliler gelirse, bu odayı verelim!
Öyle de yapmışlar, ama ardından 12 Eylül gelince, saptırma, çarpıtma başlamış. O gelin yataklı resimler, Baştürk içerideyken nerede mi çıktı? “Tercüman"da. Baştürk, “Aslı yok" diye açıklama bile yapamadı. Eli kolu bağlıydı. Yavuz Donat o zaman Tercüman’ın Ankara Bürosu'nun başında köşe yazarı. Ne der bilemem?
Bayram öncesinde. 4 ağustos salı günü Cumhuriyette çıkan bir haber tüylerimi diken diken etmeye yetti Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın “Uluslararası Terör ve Gençlik" adlı yayınında, Agop Dilaçar, adı anılmadan “Özel olarak yetiştirilmiş Bulgar asıllı Ermeni" diye suçlanmış. Yazıda şöyle denilmiş:
“Kullanılan kelimelere hâkim olan ve o kelimeleri kullanmakta uzmanlaşan çeşitli yayın organları, kişilerin ve toplumların düşüncelerine de hâkim olur. Bu bakımdan basın (özellikle seksüel gazete ve dergiler) radyo ve TV, tiyatro ve sinemalar çok önemlidir. Konuşulan dilin bozulması, son yıllarda kültür savaşının etkili bir aracı haline gelmiştir. Bu silahın kullanıldığı nadir memleketlerden biri de Türkiyemiz olmuştur. Büyük önder Atatürk’ün ölümünden sonra bu uygulama başlatılmış, “Türk Dil Devrimi' paravanası arkasında başanlı bir şekilde 12 Eylül 1980'e kadar yürütülmüştür, öyle ki, Türk Ansiklopedisi ve Türk Dil Kurumu Başredaktörlüğüne bu amaçla özel olarak yetiştirilmiş Bulgar asıllı bir Ermeni bile getirilmeye cüret edilmiştir..."
Şerafettin Turan, Cumhuriyet muhabirinin sorusu üzerine şöyle karşılık veriyor özetle:
"Adı bir iftiraya karıştırılan kişi Agop Dilaçar'dır. Agop Dilaçar, Bulgar değil, Türk asıllı bir Ermeni vatandaşımızdır. Atatürk tarafından dile olan derin vukufu dolayısıyla, 1932’de toplanan ilk Türk Dil Kurultayı'na davet edilmiştir ve Türk dili başuzmanlığına getirilmiştir. Önceleri adı İnönü Ansiklopedisi olan Türk Ansiklopedisi'ne başredaktör olarak getirilişi 50'li yıllarda Demokrat Parti tarafından olmuştur. TRT’nin de sık sık ekranlara getirdiği ve Atatürk'ü karatahta başında yeni harflerle yazı yazarken gösteren fotoğrafta, Atatürk'ün yanındaki adam Agop Dilaçar'dır. Agop'a Dilaçar soyadı Atatürk tarafından verilmiştir..."
Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı'nda bunları, 12 Eylüller'e dayanarak, yaslanarak yaptılar. Bunu da "Atatürkçülük” sandılar.