Bir Askerin Ölümü...

Emekli Muhabere Albayı Mustafa Hilmi Yazıcı öldü. Ölümü beni çok sarstı. Ölümüyle ilgili haberi Marmaris'te aldım. Dikili'den Marmaris'e geçmiştik. Oradan gazeteyi aradığımda söylediler —Amcanızın oğlu ölmüş, siz çok severmişsiniz, sizi çok aradılar.
Öyleydi, çok severdim, sayardım. Yalnız amcaoğlu olduğu için değil, değerli bir insan olduğu için. Başım sıkışınca ona başvururdum; dedelerimden “Frenk Mustafendi” dayını, Frenk Mustafendi'nin yaşam öyküsünü ayrıntılarıyla, ondan dinlerdim. Frenk Mustafendi, ozan yapılı bir köylü çocuğu; gömüt taşlarına dörtlükler yazarak, ekmeğini kazanıyor. 1800’lü yılların ilk yarısı filan değil daha. Gömüt taşlarına şiirler yazarak yaşam sürdürmek olsa olsa İstanbul’da olabilir. O yıllar, İstanbul’dan İngiltere'ye lületaşı mermeri yollanıyor. Haydi bizim Frenk Mustafendi de lüle taşlarıyla İngiltere'ye! Orada yıllarca kalıyor. Elçilikte kavaslık da mı yapıyor ne? Yıllar sonra dönüyor köyüne, Konya'ya gelip medresede dersler veriyor. Kitaplar yazıyor. Olunca, Mevlana’nın oraya gömülüyor. Şimdi, gömüt taşı Konya'da bir müzedeymiş. Bunla- n amcaoğlu Mustafa Hilmi Yazıcı anlatıyor. Teoman Erel’le konuşuyorduk.
—Ben bunu yazarım arkadaş! dedi. Frenk Mustafendi'yi Avrupa'ya ilk giden emekçiler arasında saydı...
Amcaoğluna sordum:
—Peki, Frenk Mustafendi’nin ekte hiçbir şiiri, dörtlüğü yok mu? —Var, bende olacak, ölümünden sonra. Aydınlı bir arkadaş kitaplan bir katıra yükleyip Aydın'a götürmüş. Ne olduğunu bilen yok...
—Aman, bana şu dörtlüğü bulabilir misin?
—Bakayım, araştırayım...
Yurtdışına çıkacağımda, bana Frenk Mustafendi'yle ilgili bir not hazırlayacaktı, sayrılandı kaldı...
Yıllar önceydi, bir gün onu Turhan Selçuk'la, Söğütözü'nün oralarda, piknik yaptığımız bir ara tanıştırmıştım. O, Turhan Selçuk’u çizgilerinden iyi tanıyordu:
—Bu da dedim, amcamın oğlu Albay Mustafa Hilmi Yazıcı; üvey amcamdır!
Amcaoğlu, ağzımdan kaçan bu "üvey'' sözüne çok atındı, küstü.
—Hiç üvey olur mu? dedi. Baba ayrı olursa üvey olur, bizim dedelerimiz bir.
Dedem iki evliymiş. Çocukluğumdan beri, öyle koşullanmışım demek...
Babası Muharrem amcam. Kurtuluş Savaşı'nda subaymış. Babam onbaşı. Babam, verilen peksimeti idare edeceğine hemen bitirir, sonra amcama gidermiş:
—Ağa, benim peksimetim bitti!
—Oğlum, idare edeceksin, peksimetin yansım öğleyin, yarısını akşama yiyeceksin) der, ama dayanamaz, kendi peksimetini verirmiş...
Muharrem amcamın ölümünde ilkokulun ilk sıralarındaydım. Amcamın kızları Feride. Türkân da öyle. Okuldan bizlere ölüm günü izin verdiler. Doğruca amcamlara gittim, onu evin bahçesinde, yıkarlarken gördüm. Amcam, kalın kaşlarıyla gözümün önünden hiç gitmez. Sağdaydı, oğlu gibi bizim de asker olmamızı isterdi belki ne bileyim? Dört beş yaşlarında var yoktum, bana askerlik eğitimi yaptırırdı;
—Hazırol! Uygun adım marş! Kıt'a dur! —Merhaba askeri —Sağol!
—Sen de sağol!
İyice ısınıyordum askerliğe. Kocaman bir sokak köpeği vardı; bir gün ona bindim. Köpek beni gezdiriyor. Korkmuyorum da. Arkamda bir ses gürledi;
—İn ulan kerata köpekten!
Hemen indim, hazırda geçtim. Amcamdı!
Muharrem amcamın, Hadim'de, ağalarla, güçlülerle savaşım verdiğini amcaoğlundan dinlemiştim, öldüğü gün anam: —Sebebi kebap olsun! diye ileniyordu...
Amcaoğlunun ölümü üzerine, eşine bir mektup yazdım. Ankara'ya dönüşte oğlu Altan'dan mektup aldım. Şöyle diyordu: “Çak sevgili Mustafa Ağabey ya da rahmetti babacığımın deyişiyle Sayın Ekmekçi; sevgili amcazadem:
O güzel mektubuna -binlerce telgrafın yerini dolduramayacağı mektubuna- çok çok teşekkürler. Arife günü Artur’a gelmek için yol hazırlığındayken, 18 temmuzda Dr. Mustafa Çınar’dan telefon alınca, hemen yola çıktım. Ancak 20 Temmuz sabahı Artur'a gelebildim. Telefonda “Baban ağır hasta, acele gel” denince, içim bir az etti. Bir şeyler koptu içimde. O burada, ben gurbette hazırlık yapıp, beraber geçireceğimiz günleri düşlerken bu dünyada bir araya gelemedik. Evraklarını elden geçirirken. Ankara'da nisanda size yazmaya başlayıp bitiremediği bir mektubu buldum. Size Oluyorum. Annem olabileceğinin en iyisi, size çok selamlan var. Hürmetler, hoşça kalın. Aftan."
Altan Amerika'daydı, babamın ölümü üzerine gelmişti. Altan’ın yolladığı yarım kalmış mektubu da okudum. Şöyle diyordu amcaoğlu Hilmi Yazıcı:
"Sayın Ekmekçi, Sevgili amcazadem,
> Sizinle görüşemeden yarın Artur'a hareket ediyorum. Herhalde 650 km.lik yolu üç günde katedebileceğim. Size kısaca, şu son günlerde TBMM ve basında tartışılan askeri müdahalelerden bahsetmek islerim. Bütün müdahalelerde sebep hep anarşi gösterilmiş ve Öyle değerlendirilmiştir. Ama anarşinin sebep ve müsebbipleri düşünülmemiş ve araştırılmamıştır; kanımca anarşinin sebepleri: 1-Sosyal denge bozukluğu, 2-Ekonomik bunalım, 3-Psitolojik, 4-Politik sebepler.
Bütün bu dengesizliklerin müsebbibi kim? Politikacılar değil mi? Bu dört konuda adaletli bir dengeyi kim tesis edebilir? Politikacılar. Nasıl? Zannımca iki müessese işlemeli. İstifa, seçim. Yoksa. "Bunalım var, gel asker!" olmaz. Veya iktidar, muhalefet sureta anlaşıp, hatalı yoldan dönmemek de olmaz..."
Amcaoğlunun 45.1988 günü kaleme aldığı mektup, burada kalmış. Buncağızı bile, düşündürücü değil mi?