Hinthoruzu Erdal Bey'le söyleşirken, arada ilginç olaylar da anlatıyordu. Şöyle diyordu:
"Atatürk’ün bir hikâyesi vardır, bilirsin herhalde, babam anlatırdı. duymuşsundur; Çankaya'da otururken, sıkılmış Atatürk:
Hadi, dolaşalım, demiş. Yemekten sonra çıkmışlar, Balgat civarında herhalde Balgat Köyü, oraya gelmişler. Bir köy evine girmişler. "Hoş geldiniz!" demiş ev sahibi. Oturuyorlar işte, kahve ikram etmiş. Konuşurlarken, Atatürk galiba sormuş yahut biri sormuş:
Sen Gazi Paşa'yı tanır mısın? Biliyorsun hikâyeyi!
Siz anlatın, benzerlerini biliyorum!
Tabii tanırım, demiş, o çok muhterem insandır, beline kadar sakallı, haşmetli bir ihtiyar adamdır o! demiş. Atatürk de babama;
Hadi gidelim buradan! demiş, ayrılmışlar. Adam bir şey anlamadan gidelim! Öyle olmadığını görürse, rahatsız olacak... Olaya kahkahalarla gülüyoruz...
Erdal Bey, size bir şey de söylemek istiyordum, sizinle ilgili; efendim, işte şöyle bir...
Yumruğunu vurmuyor!
Yumruğunu masaya vurmuyor, çarpıcı konuşmuyor! öyle diyorlar; kimi de "açılıyor ama" diyor.
Sonra yine kapanıyor! (kahkahalar), gerçekten açılma var mı, ben de sorayım…
Bana göre, açıldınız vallahi!
Ne diyorlar, "açılıyor" deyince ne diyorlar?
Çok açılmış, maşallah İyi! diyorlar...
Biraz daha, biraz daha! (kahkahalar). Ama sonu yok…
Sizin bana, bir sözünüz vardı, ben onu yazmıştım da "Şimdiye dek yumruğunu vuranları gördük, sonunu gördük!" diye. Bir de o var, yani...
Tabii, mesela serin kanlı düşünmek, toplumun yararına olacak kararları alabilmek...
Paşa, sizin politikaya atılmanızı ister miydi?
Yok, söylediği "Bir aileye bir kişi yeter!” şeklindeydi. Ancak kendisi bütün hayatınca politika yaptığı için, iki oğlunun da politikacı olmasını gerekli görmedi.
O zaman, bir evde bir gazeteci yeter, diye bizim çocukların da gazeteci olmaması gerekiyor!
Yok, o aynı şey değil. Çok taraflı bir insandı, siyasetten başka uğraşlar olduğunu da bildiği için, Batılılaşmayı, çağdaşlaşmayı istemişler, Atatürk ve babam; onun için bu çağdaşlaşma içinde imrendikleri davranışlar, bilimde ilerlemek, sanatta ilerlemek, teknolojide ilerlemek, ekonomide ilerlemek... Bunların, kendi oğullarının, yakınlarının ve Türk insanının bu alanlarda ilerlemelerini istiyorlar. Avrupa'da, dünya uygarlığında ilerleme anlamına gelen alanlarda Türkiye'nin de varlık göstermesini istiyorlar. O dönem, asker olarak uğraşları, imparatorluktan ne kalmışsa kurtarmak, çağdaş bir devlet kurmak... Ama devlet bir maksat için kuruluyor: öyle kuracaksın ki, oradaki İnsanlar, Avrupa devletlerinde olduğu gibi, uygarlığa katkıda bulunacak işler yapacaklar. Bilimde ilerleyecekler, teknikte ilerleyecekler, sanatta ilerleyecekler, dünya da onlardan bahsedecek. Devleti kurdun, zafer kazandın, eee, sonra? O, bir çerçeve, o çerçeveyi dolduracak insanlar lazım. O bakımdan, oğullarının, kızlarının onları yapmasını istiyorlardı. "Biz devleti kurduk, devlet tamam, artık uğraşmayalım. Şimdi, insanlar olarak bu devleti yüceltecek, işler yapın!". Amaçları buydu. Ama tabii demokrasiye gelince, bu biraz değişti. Çünkü demokraside, devlet tek başına gitmiyor, onu yürütmek için herkesin her türlü katkıyı yapması gerektiği anlaşılıyor. Demokrasinin de araç olduğunu unutmamak lazım. Herkesin katılması gereken bir araç, ama hem devleti yürüteceksin, katkı yapacaksın hem de sanatını, bilimini yücelteceksin ki herkes sana saygı göstersin ve uluslararası âlemde, kendini göstersin, 'Yoksa, sadece kendini koruyarak, askerlikle şöhreti devam ettiremezsin; dünyada saygın bir yer bulamazsın. Hep kendini korursun, ama herkes seni yalnız bırakır...
Siz maçlara gidiyor musunuz?
Eee, işte bir yıldır gitmedim!
Konserlere gidiyorsunuz, ama değil mi?
Evet, ne oldu Galatasaray? Rapid'ı yendi, inşallah, ikinci turu da geçer?
Galatasaraylı mısınız?
Hayır!
Hangi takımı tutuyorsunuz?
Hiçbirini tutmuyorum da Avrupa'daki takımlarımızın yenmesini istiyorum.
Ben, Beşiktaşlıyım! öğrencilik yıllarında Beşiktaş'ta oturdum!
Öyle mi? Bizim Arif Payaslıoğlu Beşiktaşlıdır!..
23 Ekim 1988, Cumhuriyet