SHP Küçük Kurultayı’nı izliyorduk; günlerden cumartesiydi. Konuşmalar akşam saatlerine dek sürdü. Sonunda, öyle komik bir durum ortaya çıkıverdi ki, çok kişi şaştı buna; o gün, SHP Parti Meclisi'nin iki ayda bir yapması gereken toplantı günü geçmekte olduğundan. Küçük Kurultay dağılmadan, aynı yerde Parti Meclisi de toplanmış oldu; Erdal Bey, koca salonda, delegelerin, izleyicilerin arasında Parti Meclisi'ni de açtı, kapadı! Tabii. Parti Meclisi toplantısını pazar sabahına bıraktı!
Şöyle bakınca, bunda bir şey yok gibi görünür. Oysa var: SHP yönetimi, iki ayda bir toplanması gereken Parti Meclisi’ni son güne bırakmak ustalığını göstermiştir. Ne olurdu, Parti Meclisi dört gün önce toplansa? Ama, hayır! Küçük Kurultay öncesinde, Parti Meclisi toplanırsa, orada tartışmalar olabilir; bunlar da basına sızar, kimileri yara alabilirdi. Görüntüye su kaçardı o zaman! Parti Meclisi, demokratik bir organdır. İki ayda bir toplanması gerekiyorsa, bu "ikinci ayın son gününde toplanır” demek değildir. Bunun parti içi demokrasiyle zerrece ilgisi yoktur. Parti içi denetimden kaçanlar, dünyada demokrat olamazlar!
Yıllar yılı, Deniz Baykal'a yöneltilen "hizipçilik" suçlamalarına karşı çıkardım. "Parti içi demokrasilerde, hizip olacaktır!'' derdim; bu, Deniz Bey'in çok hoşuna giderdi; ‘Taaabi efendim, taaabı efendim!" derdi. Herkes saldırırken, bir Teoman Erer’le ikimiz savunurduk bu görüşü. Gelişmeler karşısında "Teoman Erel ne der bilmem ya, Deniz Bey'in sorunu galiba, parti içi demokrasi değil, parti içinde yönetimi ele geçirmek miymiş neymiş?
SHP Küçük Kurultayı’nı izlerken çok karamsardım. Erdal Bey'in içtenliğine, demokrat yapısına inanıyordu çok kişi, ama SHP yönetimine ı-ııhhh! Ali Topuz olayında çözülüvermişti çorap söküğü...
Ali Topuz'un konuşmasını ya da savunmasını izlemedim; ne diyeceğini kestiriyorum, Oktay Akbal’la Naim Kılıç'ı da alıp çıktım dışarı!
SHP Küçük Kurultayı’nda gerçekçi, güzel konuşmalar da yapıldı; yüz binlerin, bunları dinlemesini isterdim. Bunlar, Doğudan gelen il başkanlarıydılar. Mardin İl Başkanı Ahmet Aday, Doğu illerinde yapılan baskıları anlatıyor, özetle şöyle diyordu:
—Olağanüstü Hal Bölge Valiliği, kendisine devlet tarafından sağlanan bütün olanakları ANAP için kullanmaktadır. Kırsal kesimde güvenlik kuvvetleri, bizzat sandık başında halkı tehdit etmekte, "ANAP'a oy vermezseniz, canınızı yakarız" diyerek baskı yapmaktadırlar...
Mardin İl Başkanı Ahmet Aday, konuşmasını sürdürüyordu, işte, birkaç tümcesi daha:
— Köy korucusu olmak istemeyen ve bir de seçimlerde oyunu SHP'ye veren vatandaşın vay haline. Kimin kime oy verdiği bellidir, çünkü oy açık olarak kullanılır... Seçim gününde güvenlik kuvvetlerinin sandıklardan birkaç metre uzakta durmalarını sağlayabilirsek seçim sonuçlarının lehimize olacağını düşünüyoruz. Değerli arkadaşlarım, olağanüstü hâl bölgesinde çok ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunuyoruz, insanlarımızın can güvenliği tamamıyla ortadan kaldırılmıştır. İnsanlarımız antidemokratik uygulamalar karşısında büyük bir göçe zorlanmıştır. Bölgede insan haklarından söz etmek yasaktır, gece bir köyden öbür köye gitmek yasaktır, insanlarımız her an bir iftiraya uğrayarak gözaltına alınmakta, otuz gün işkence görmektedir. Gözaltına alınan ve işkence görenler, serbest bırakıldıktan sonra, bölgeyi terk etmektedir. Çünkü bir daha o kötü muameleyi göze alamamaktadır...
Bize göre köy koruculuk sistemi ihtiyaçtan doğan bir sistem değildir. Halkın huzurunu bozmak, halkı kamplara ayırmak ve halkı birbirine karşı kırdırmak amacıyla oluşturulan bir sistemdir. Çünkü, şimdiye kadar köy korucularının teröristlere zorluk çıkardığını veya terörist öldürdüklerini görmedik, duymadık. Ama korucuların hırsızlık yaptıklarına, kız kaçırdıklarına ve hatta aile hısımlarını öldürdüklerine şahit olduk. En güzel örneği, 5 Ekim 1988 günü, Mardin'in merkez Iklım köyünde, korucular 60 yaşındaki Musa Dinç adlı yurttaşı kurşun yağmuruna tutarak öldürdüler. Öldürdükleri Musa Dinç, korucuların aile hısımlarındandı. (Hasımlarındandı, demek istiyor. M.E.)
Bunun dışında polis, asker istediği vatandaşı öldürür. Hiç kimseye de hesap vermez. Çünkü, bahanesi hazırdır; 'Terörist zannettim, öldürdüm" der. Bu bahane yeterlidir. Ve cumhuriyet savcıları da bu katillerin ifadelerini olay tanığı olarak alırlar, örneğin, 15.11.1988 Salı günü bir komiser muavini Mardin'in Midyat İlçesinde gayri müslim bir vatandaşımızın şakağına tabancasını dayayarak karısının, çocuklarının önünde beynini dağıtmış ve bu polis savcılıkta, olayın tanığı olarak ifade verip görev başına dönmüştür, öldürülen vatandaşın adı Fehmi Yarardır. Örnekler vermeye devam ediyorum: İki ay önce, yine Mardin'in bir köyünde oturan Mehmet adındaki bir vatandaş ihbar edilmiş, ama adamın soyadı verilmediği için güvenlik kuvvetleri köydeki bütün Mehmetleri karakola götürüp gözaltına almışlardır..."
Bu konuşmalar ilginçti; SHP Küçük Kurultayı'nı izlemeye değerdi.
29 Kasım 1988, Cumhuriyet