Almanya'ya geçen gelişimde görmüştüm Sümeyra'yı; Aydın Engin’le birlikte oturup çay içmiştik Sümeyra’nın evinde. Ona ülkeden haberler vermiştim. Bu kez görebilecek miyim, rastlayacak mıyım bilmiyorum. Haldun Özen;
Ben ne yapar eder görürüm Sümeyra'yı... diyordu.
Sümeyra Çakır, bir ses sanatçımız; sazıyla, sözüyle bilir çok kişi onu. Ruhi Su'nun öğrencisi. Yıllar var, yurttaşlığını yitirmiş yaşar Almanyalar'da! 12 Eylül sıcağında, ne çok kişi yitirdi yurttaşlığını? Kimi; Türkiye'de ölen yakınının cenazesine gelemedi, kimi yaban ellerde öldü gitti. Sümeyra deyince usuma, yurttaşlık konusu geliyor. Bir sanatçının yurttaşlığından uzak tutulması, dışlanması, bağışlanacak şey değildir bir ülkenin onurlu kişileri için. Aradan bunca yıl geçti, 12 Eylül sıcağı soğudu, yer yer ışıdı ortalık. Bu konunun yeni baştan gündeme gelmesi gerekir. O 12 Eylül sıcağında, kimsenin gözünün yaşına bakılmadı. 12 Eylül o denli haklı, güçlü değildi de ondan ezip geçmek isledi insancıkları. Dinlemedi bile. Yurtdışındakiler için Genelkurmay daha sert, daha katı davranmak istiyordu:
Topunu birden yurttaşlıktan atalım! kafasındaydı.
O zamanki İçişleri Bakanı Setâhattin Çetiner Paşa, Genelkurmay'a diretti:
Olmaz, diyordu, atamayız yurttaşlıktan! Buna mahkeme karar versin...
Bekleyecek zamanımız yok, diyorlardı. Atalım gitsin!
Sonunda davası olanların, mahkemece çağırılmaları, gelmezlerse belli bir süre sonra yurttaşlığı yitirmeleri ilkesi benimsendi. Adreslerine, elçilikçe duyuru yapılıyordu; "Böyleyken böyle... şu şu konulardan dolayı, şu kadar süre içinde yurda dönmezseniz yurttaşlığı yitireceksiniz!” 12 Eylül sıcağını dışanda aldıkları haberlerle yaşayanlar, "Bekle, geliriz!" diyorlardı. Gitmiyorlardı, kimi yanıt da vermiyordu. Biliyordu Türkiye'de başına gelecekleri adı gibi, insanları işkenceden korktukları için kimse kınayamaz! Ayıp olan, kınanacak olan işkenceydi, ondan korkmak değil. Hiç unutmam Bahri Savcı şöyle derdi:
Beni içeri alırlarsa söyleyeceğim; “Ne getirirseniz, getirin, imzalayayım. Yalnız bana işkence yapmayın!” Bahri Bey'in söylediklerini dinlerken gülerdim. Gülerdim, içimde acılığını duya duya...
Ey, ülkemde insanlıktan söz edenler, yetkililer, yetkisizler, önce şu 12 Eylül sıcağının getirdiği "yurttaşlığı yitirme" uygulamasını kaldırın, düzeltin. Sümeyra'yı anarken, buradan bir bayrak açmış olayım. Yırtın bu haksızlık kokan belgeleri...
* * *
Ben Avrupa'ya yola çıkarken, yazar Adnan Binyazar Ankara’daydı. Telefonlaştık da görüşemedik. Eşi Filiz’le özlem gidermeye gelmişlerdi. Emin Özdemir gidip gördü oturdukları uzakça yerde. Özcan Atalay da konuştu, ben konuşamadım. Bir buluşacaktık olmadı. Avrupalar'a, yola çıkıverdim. Adnan Binyazar, Berlin'de oturur: Haşan Özkan’la, kardeşi Gültekin Emre’yle hemen her gün birliktedirler. Adnan, benim gibi karayağızdır. Arkadaşlarına sormadan etmez:
Söyle Allah aşkına. Ekmekçi mi daha kara, ben mi?
Ekmekçi daha kara! Sen onun yanında pamuk kalırsın! dediler mi keyfinden ölür...
Adnan Binyazar'ın, daha önce de değinmiştim, uzun bir serüveni oldu Berlin'de; oldukça karamsar. Düzenlediği o güzelim, "okuma" kitapları yasaklandı, durduruldu basımı. Adnan, orada açlıkla eğitilmek istendi. Savaşımını bırakmadı. Sonunda çözümlendi her şey. Almanya'da Dursun Atılgan, birçok konuda Adnan'ın yardımcısı oldu. Sağ olsun!
Adnan Binyazar, Berlin'den yazdığı son mektubunda şöyle diyordu:
"Sevgili dostum,
Yayımlamak inceliğini gösterdiğin karamsar mektuplarından sonra gelişen olayları sana hep yazmak istedim. Yara nerede ise can oradadır derler; yara kabuk bağlayınca sızı da azalıyor. Ülkemizde nice olaylar milyonları inletirken, bir bireyin sızıldanmaları bana bencillik gibi görünüyor. Yazmayışımı biraz buna bağlıyorum; biraz da yansıtacağım olaylara kimsenin aldırmayacağı kanısına...
Bu son kanımı hemen değiştiriyorum! Ortak dostumuz, Dil Derneği Başkanı Prof. Dr. Cevat Geray, Berlin'de yaptığı bir konuşmada, burada Türkçe ile ilgili bütün gelişmeleri dile getirince, Türk kamuoyunun bu konuda ne denli duyarlı olduğunu en yetkili ağızdan öğrenmiş oldum. Bu durumda anlatacaklarım, ‘bir bireyin sızlanmaları’ sayılmayacaktır.
İnsanın doğasında var; kötü olaylar karşısında hep köpürüyor da iyi bir gelişmeyi dile getirmede dilsiz kalmayı yeğliyor. Ben bu mektubumda 'dilsiz' kalmamaya çalışarak benim de zaman zaman kötümserliğe kapıldığım birçok olayın arasına bir gerçek ışığı sızdırmak istiyorum. Çizilen tablolar ne denli kara renkli olursa olsun, demokrasinin işlediği bir ülkede ‘birey’ yalnız değildir; kimse pullanamaz onun üstüne! Hatta kimi durumlarda toplum yararının da önündedir bireyin hakkı. Şöyle ki:
Bir 'tek' kişinin sorunları parlamento komisyonlarında, başta ilgili bakanlar olmak üzere birçok parlamenter, politikacı ve bürokrat tarafından dile getirilir mi?
Demokratik toptumlarda getirilir: Her görüşten kişi, kişisel görüşlerini aşarak, bir hakkın yerine getirilmesinde güçbirliği bile oluştururlar.
Bırakın sorunları dile getirmeyi, iki gün üst üste, bu konu üzerinde kafa yorulur mu?
Saatlerce kafa yorma bir yana, gerçeğin ortaya çıkması yolunda aylarca, yıllarca emek bile verebilirler. 'Gerçek saygısı', saygıların en yücesidir onların gözünde.
Yapılan işlerde nesnel değerlendirme, dedikodunun önüne geçer mi?
İşte Atatürk'ün de tanımını yapmaya çalıştığı, ne yazık ki bugün bile anlaşılamayan değerlendirme yöntemi budur. Batı demokrasisini ayakta tutan da budur. Birey, tek bir ‘kul’ olarak karar verme özgürlüğünü yaşar. Herkes dediğine, akıntıya kapılmamasının özünde de bu yatar.
Dedikodularla kışkırtılmış kesimlerin yatıştırılması için en yetkili kişiler kolları sıvar mı?
Sıvar ve gerçeği bulmayı dürüstlük sayar.
Haksızlığa yol açan, haksızlığı odadan kaldırma savaşımı verir mi?
Verir, yanılgısını dile getirmeyi de erdem sayar. Bununla da kalmaz, başkalarının yanılgı içinde olduklarının savaşımını da verir.
Sevgili Ekmekçi,
Yukarıya sıraladığım soruların yanıtında en küçük bir olumsuzluk olsa idi bana ‘Berlin Eğitim, Meslek Eğitimi ve Spor Senatörlüğü'nde yeniden görev verilmesi akla bile gelmezdi. Benimle bağlantıyı en üst düzeyde politikacı ve bürokratiann kurduğunu belirtirsem işin boyutu daha da açıldık kazanacaktır... Ben kasım başından bu yana dört Alman arkadaşla birlikte, Türkçenin bir yabancı ülkede, tıpkı o ülkenin dili gibi işlem görmesiyle ilgili bir uygulamanın çerçeve planını hazırlama işinde çalışıyorum...
Kimileri yabancı sözcükleri Türkçenin içine her vesileyle sokuşturadursun, bunu kurtuluş sansın; dilimiz bir uygarlığın içine, tarlaları verimli kılan bir ince su gibi sızıyor. Bu, buralarda çizilen kara tablolara düşürülmüş bir ışık, dilimizin, kültürümüzün bir ışığı değil midir? Sağlıcakla kal Ekmekçi dostum, Anadolu'nun o sıcak ekmek kokusunu solurcasına kucaklarım seni. Ev halkına, eşe dosta selamlar, saygılar..."
16 Mayıs 1989, Cumhuriyet