27 Mayıs sabahı Hüsnü Göksel'le Anıtkabir'e gittik;yolda, Melike'nin “Aaah, şimdi İstanbul'da olmak vardı, anasını satıııym...'' dizeleriyle başlayan bandını dinliyorduk. Hüsnü Bey:
—Ne olur kapat, dedi, dinleyemiyorum! Duygulanmıştı çok. Yurtdışındakilerin çektiği eziyete dayanamıyordu...
Anıtkabir merdivenlerini ağır ağır tırmandık; İsmet Paşa'nın vaktiyle yaptığı gibi önceden gidip, ağır ağır merdivenleri çıkmak, gelecekleri orada beklemek istiyordum. Hüsnü Bey de, sağınım (doktorum) gibi duruyordu. Bir ara, bir yabancı çift, Anıtkabir merdivenlerini çıktı, çıktı; içen girecekleri sırada, kadın çantasından bir başörtüsü çıkararak, başına örttü, saygı duruşuna, içeri öyle girdi. Dışan çıkınca da, başörtüsünü çıkardı, çantasına koydu. İkimiz de şaşırmıştık. Çifte yaklaşıp, sorduk kadına:
—Niçin başınızı örttünüz Anıtkabir'e girerken? Biliyor musunuz, Atatürk, Türk kadınına özgürlüklerini veren adam; kadının başını açmasını sağlayan adam...
Kadın Fransızca "Ona saygıdan başımı örttüm!" gibisinden bir yanıt verdi; sonra merdivenleri inip gittiler.
Sıkmabaşların, türbancıların insanları nerelere dek etkilediklerini görüyordum. Bunun da başlıca sorumluları, 12 Eylül Atatürkçüleriyle, Hacı Turgut Bey’in iktidarıydı kuşkusuz.
Günlerden cumartesi, 27 Mayıs devriminin yıldönümüydü o gün. Töreni, 27 Mayıs Milli Devrim Derneği düzenlemiş olduğu için, Anıtkabir’e geliş görevli askerlerin öne düşüp, yürüyüşleriyle başlıyor, saygı duruşunda onlar da bulunuyorlardı. 27 Mayıs’ın yıldönümünde Anıtkabir'de 27 kişi ancak vardı. Suphi Gürsoytrak, 27 Mayıs Milli Devrim Derneği'nin başkanı olarak özel defteri imzaladı, oraya şunlan yazdı:
"Aziz Atam,
Türkiye Cumhuriyetine, devrimlerine, ilkelerine ve ülkülerine bağlılığımızın ve sahip çıkışımızın 29. yıldönümünde senin çocukların ve gençlerin olarak, sana olan ebedi minnet ve şükranlarımızı sunarız."
Sonra, İsmet Paşa'nın Anıtkabir eteğindeki gömütüne gidilerek, çiçek konuldu, saygı duruşunda bulunuldu. Daha sonra da, gömütleri oradan kaldırılan Cemal Gürsel'le, gençlerin gömütlerinin eski bulunduğu yere çiçekler serpildi. Bir bölüğü topluluğun, Salim Başol'a giderken, biz Hüsnü Göksel'le, "Organ Nakli" sayrıevine gittik. O bir sayrısını görecekti. Mehmet Haberal'ın başında bulunduğu bu seyrıevini ilk kez görüyordum. Hüsnü Bey'e:
—Bana saynevini gezdirir misin? dedim. Gezdirdi. Sayrıevi tertemizdi. Yatak çarşafları pınl pırıl, insanın yatası gelir! Yemekler sayrılara, asansörlerle çıkarılıp dağıtılıyor; tepsilerin üzerine yemeklerin soğumaması için kâğıtlar konmuş; bir turistik otelde yemek veriliyor sanırsınız; ahçıbaşının üstü başı tertemiz. Püf noktası galiba şurada: Sayrıevi çok bağış alıyor; devletin eline bakmıyor. Sağınlara, hemşirelere, devletten daha çok para veriyor. 24 saat, üç vardiya sağınlar hemşireler çalışıyorlar; 24 saat, her an ameliyat var!
Sayrıevlerinde sağınların, hemşirelerin, sağlıkçıların ne güç koşullarda çalıştıklarını biliyorum. Ne sosyal hakları var ne de grev-toplusözleşme hakları. Tepkilerini fazla nöbet tutarak, çok çalışarak gösterebiliyorlar. Günde bilmem kaç ameliyat yapan bir sağının (doktorun) aylığı 350 bin lira dolayında. Bu enflasyon döneminde; ne yapsın bu kişi, nasıl geçinsin? Nasıl kitap alsın, bilimsel gelişmeleri nasıl izlesin?
Öğleden sonra, Türk Hukuk Kurumu’nda, 27 Mayıs Milli Devrim Derneği'nin düzenlediği bir açıkoturum vardı. Buna, Ali Nejat Ölçen, Alpaslan Işıklı, Suphi Gürsoytrak katıldılar. Toplantının sonunda, bir yurttaş ilginç bir soru sordu, şöyle dedi:
—Efendim, ben dışardan geçiyordum; böyle bir toplantı yapıldığını gördüm, içeri girdim. Ben tarafsız bir kişiyim; öğrenmek istediğim şu: 27 Mayıs'tan sonra, ölüm cezaları neden verildi; Menderes, Polatkan, Zorlu neden idam edildiler?
Bu soruya, oturduğu yerden emekli general, 27 Mayıs’çı Sıtkı,Ulay, "Kabahat benim!" diye karşılık verdi, şöyle dedi:
—Kabahat benim bu konuda! Ben de şahsen, "Keşke bu idamlar olmasaydı" diyebilirim. Ancak bu sonuca Meclislerin kendi hazırladıkları kanunlar yoluyla mahkûm olmuşlardır. Bugün de bu kanunlar caridir. Bu idamlarda belki biraz da ben suçluyum, kabahat benim; çünkü, rahmetli Menderes ve etrafını havaalanından getirirlerken, Harp Okulu'nun önü, elleri çivili, sopalı öğrenciler ve hınç almak isteyen halk ile doluydu. Ben, kanunsuz bir hareket lekesi olmasın diye, bir jeep göndererek, Harp Okulu'na Dikmen yolundan ve okulun arka mutfak kapısından gizlice içeri alınmalarını sağladım. Rahmetli Atıf Benderlioğlu ile Namık Gedik'i de, ön kapının önünde ben kurtardım. Sonra Atıf Bey, bana teşekkür etti. Bu olayı duyan DP'li birkaç milletvekili de, bana telefon ederek, "Aman bizi de emniyetle Harp Okulu'na aldır" diyorlar. Rıfat Kadızade, benim akrabam, telefon edenlerin arasında o da vardı. Çoğunu çöp kamyonlarıyla Harp Okulu’na getirdik. Öyle yapmasaydık halk onları taşla, sopayla öldürecekti!
82 yaşındaki, 27 Mayısçı Sıtkı Ulay, kira evinde oturuyor. 27 Mayıs’ın ne 12 Mart'a, ne 12 Eylül’e benzemediğini söylüyor, şöyle diyor:
— 27 Mayıs'ı ordu yapmadı; biz Genelkurmay Başkanı'nı Yassıada’ya gönderdik. “Size bağlıyım" demese, Sunay da Yassıada'ya gidecekti. Gitmedi, Cumhurbaşkanı oldu. 27 Mayıs'ta, ordunun erleri de yoktur. 27 Mayıs'ta, halk vardır, gençlik vardır. 27 Mayıs öncesinde Ekrem Acuner'i, "bizi desteklesinler" diye, birliklere gönderdik, birliklerin komutanları "yazılı emir" istediler desteklemek için, vermediler...
30 Mayıs 1989, Cumhuriyet