ODTÜ’de Neler Oldu?(4)

Ufuk Güldemir’in Kitabı...
ODTÜ'deki 5-6 haziran olaylarının içyüzünü bilebilmek için biraz daha gerilere gitmek gerekiyor; en azından nisan ayı sonlarına dek gitmek zorunlu. Çünkü nisan sonlarında, ODTÜ'de ”1 Mayıs aramaları" başlatıldı. Kimi öğrenciler, okula geldiklerinde giriş kapısında, "Mustafa Başçavuş'u (Özgedik) görmeleri" söyleniyordu, öğrencilerin istendiği yer emniyetti. Öğrenci, emniyete çağırılış gerekçesini öğrenmek istiyordu. Mustafa Başçavuş:
Ben bilmiyorum! diyordu...
Ancak bilinen bir şey vardı, söylenmeyen; onlar Mustafa Başçavuş’un "ihbarı" sonucu mu gözaltına alınmak isteniyorlardı? Eskiden 1 Mayıs yaklaşırken solcular gözaltına alınır, 1 Mayıs geçtikten sonra bırakılırdı. Bu da öyle bir uygulama mıydı? Değildi. Bu başkaydı. ODTÜ Öğrenci Derneği ilgilileri, o günlerde bir basın açıklaması yapmıştı. Gerekçesi şuydu açıklamanın: Yurtlarda kimi "dinci" öğrenciler, laik anlayışlı öğrencileri dövüyorlardı, tartaklıyorlardı. "Dinciler", "Duvarlara resim asılıyor, bizim tapınmamıza karışılıyor” anlamına gelecek sözler söylüyorlardı. Bir öğrenci feci biçimde dövülünce, basın açıklaması yapılması zorunlu görüldü. Basın açıklaması, okulun içinde, okulun bahçesinde oldu. Açıklama olaysız bitti. Slogan ne atılmadı. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası'na aykırı bir şey olmadı. Herkes dağıldı. Bunu, "Toplantı ve Gösteri Yürüşleri Yasası’na sokabilmek için, kimi bahaneler aranmaya başlandı. "Sloganlar atıldı", "Yürüyüş yapıldı" filan gibi, öğrencilerin kimi evlerinden, kimi okuldan alınıyordu...
Jandarma karakolundan, emniyete götürüldüler alınanlar Jeeplerle. Kimse bir şey söylemiyor. "Zamanı gelince öğreneceği” yanıtı veriliyordu. Gerekçesiz, sorgusuz sualsiz "gözaltına” alınıyordu ODTÜ öğrencileri. Sonradan öğreneceklerdi. DGM Savcı Yardımcısı Ülkü Coşkun'un isteği üzerine emniyete getirildiklerini. "Garaj" denilen zemin katta, ''Dal” bölümündeydiler. Kızlar, erkekler ayrı ayrı g "hücre”lerdeydiler...
"Dal” eski binadaydı, ama çok genişletilmişti. Ayrı yerlerde de ayrı sorgu yerleri oluşturulmuştu. Kimse kimsenin getirilip götürüldüğünü bilemiyordu. Kimine on gün boyunca işkence yapıldığı söyleniyordu; bunlar, "1 Mayıs olayları" dolayısıyla "Dal”a getirilenlerdi. ODTÜ’lüler, onu duymuyorlardı, yansıtılmıyordu. SBF'den, hukuktan öğrenciler vardı. 20 kişiye yakın vardılar. O gece, herkes toparlandıktan sonra, "ev aramaları" başladı, öğrencileri teker teker evlerine götürüyorlar, evlerde arama yapıyorlardı. Benim konuştuğum öğrenciler, aramalar sırasında karşılaştıktan olayları büyütmüyorlardı. Biri şöyle dedi:
Bu ülkede yüz binlerce insanın işkence tezgâhlarından geçirildiği, binlercesinin öldürüldüğü, sakat bırakıldığı bir ortamda bizlere yapılmış olanlar, belki de şey değil, “işkence" tanımının klasikleşmiş kapsamına girebilecek şeyler değil, ama o hücrelerde teker teker tutuluyor olmamız, “ulan”lı, küfürlü söyleşilere, konuşmalara tanık olmamız az önemli değildi.
Gözler bağlı mıydı?
Gözler bağlı...
Eller?
Eller bağlı değil.
Üstünüzde ne var?
Giysilerimiz var.
Sorgular sırasında, gözleri açık bir kız öğrencinin ifadesini alan bir komiser:
Burada, sakın bana ayak atma! Burada atacağın her ayaktan sonra, senin kızlık şeref ve haysiyetini ayaklar altına alır, seni kendi suratına bakamaz hale getiririm! Ve bunu yapabileceğimi biliyorsun! demiş miydi?
Evde, öğrencinin günlüklerini bulmuşlardı. Günlükler, "çirkin muhabbetler"in konusu olabilecekti.
Burada her şey konuşulur, bizim soramayacağımız soru yoktur, havası verilmeye mi çalışılıyordu?
Bunlar, insanı psikolojik olarak yıpratıcı olan şeylerdi. “Hücrelerde türkü söylendi" diye kimi öğrenciler dayakla karşı karşıya kalmışlardı. Kız öğrenciler de tokat yiyenler arasındaydılar...
Anneniz, babanız sizi hiç dövdü mü?
(Gülerek) Annem - baban beni hiç dövmediler! İnsan o koşullarda ne olursa olsun, daha çok etkileniyor. Çünkü gözünüz bağlı, yanıt veremez pozisyondasınız. Size, kimin ne yaptığını bile bilmiyorsunuz. Sadece birtakım tahminleriniz var, seslerden tahmin ediyorsunuz, işte sizi alıp getiren insanlardan tahmin ediyorsunuz; bunun ötesinde herhangi bir tahmininiz yok. Bu tabii, daha çok rahatsızlık verici bir şey. Eşit koşullarda değilsiniz çünkü...
Evlerde kitap araması ilginçti. Öğrencinin babası emekli subaydı, ‘Arama emri olmaksızın evi aratmayacağını" söyledi, arama izni istedi. Orada, 'Tim”in başı ile tartışmalar oldu. Savcılığa telefon edildi; ortalık gergin mi gergindi. Arama başladı, öğrenci, yememiş içmemiş, odasını kitaplarla doldurmuştu. Her çeşit kitap vardı, “sol” kitaplar çoğunluktaydı. İki bine yakın kitabı vardı. Tim "paniğe" kapılmıştı; yeni bir "Tim" istediler. O da geldi. Altı kişi olmuşlardı. Tüm kitapları tarayacaklarını söylüyorlardı. Öğrenci, Doğan Avcıoğlu’nun 'Türkiye'nin Düzeni”ni kurtaramadı. Bir görevli, Ufuk Güldemir'in "Çevik Kuvvetin Pençesinde Türkiye" kitabını görmüştü...
Komiserim, "Çevik Kuvvet" hakkında kitap var! diye bağırdı. Kitabı komisere verdi. Komiser, kitabın üzerindeki "Amerikan Özgürlük Anıtı” resmini görünce:
Yok be, bu "Çevik Kuvvet, bizim çevik kuvvet değil!” yanıtını verdi; Ufuk'un kitabı kurtulmuştu. Marx‘ın, Lenin'in kitaplarıysa Emin Değer'in kitabıyla birlikte çoktaaan çuvala girmişti. İyi ki, Cüneyt Arcayürek'in "Darbeler ve Gizli Servisler" kitabıyla Baskın Oran'ın son kitabını görmediler...