Pazar günü çıkan, “Kızın Adı Fadik...” başlıklı “Ankara Notları" şöyle bitiyordu:
“...Vuralhan olayını inceleyen büyükelçi düzeyinde üç uzman, daha işe başlar başlamaz, şaşırıp kalmışlar mıydı? Ercan Vuralhan’ın Dışişleri Bakanlığı görevlisi olarak değil, Milli Savunma Bakanı olarak, bir işleminin karşısında kalakalmışlar mıydı? Neydi o işlem? Rapora girdi mi o olay? Rapor açıktansın hele bir, görelim..."
Kendi kendime düşünüyordum, soruyordum; yanıtını da veriyordum:
Rapora girer mi bu olay? Üç elçinin görevi, Vuralhan’ın Mili Savunma Bakanlığındaki İşlemlerini incelemek değil ki Dışişlerinde görev yaptığı sırada, zırhlı araç aliminde yaptığı işler..
Peki, Vuralhan'ın Milli Savunma Bakanlığı sırasındaki işlemleri ne olacak?
Şimdilik bekleyeceğim; araştıracağım; gazetecilik görevi nasıl da güç iş. Vuralhan'ı bulup konuştum; bir başka "Ankara Notları”nda yazacağım!
* * *
Avrupa dönüşü ayağımın tozuyla Mersin'e gittim; orada, “demokrasi ve basın” konulu bir konuşma yaptım, döndüm. Mersin Belediyesi'nin düzenlediği şenlik, ekimin başına dek sürüyordu, ben beklemedim. Cumhuriyet, Adana Bürosu'ndan Bayan Berat Günçıkan’ın “Mersin Kültür - Sanal Şenliği"yle ilgili haberlerini okumuştum. Mersin'e 1942’den beri ilk kez bale getirilmiş, bu güzel bir şey. Sanatçı Gülşen Karakadıoğlu'nun, “şenlik" çalışmalarına katkısı küçümsenemez.
Mersin'e gitmişken, elbet yalnız konuşma yapıp dönmekle yetinmedim; göz ucuyla da olsa, buradaki kimi sorunlara, olaylara bakmak istedim.
Asil Nadir'in Çukurova bölgesine yaptığı yatırımlar, 1963 yılında. narenciye dışsatımı ticaretiyle uğraşan MEYNA A.Ş.'yi kurmasıyla başlamış. Daha sonra, Adana - Çukonam adındaki şirketi satın almış, 160 dekarlık alan üzerindeki bu kuruluş, daha sonra yapılan eklerle, 65 dekarlık kapalı bir alana da kavuşmuş. Günlük narenciye paketleme sigası (yeteneği), bin tona çıkmış. Asil Nadir, daha sonra Türkiye'nin en büyük narenciye özümleme kuruluşu olan TÜDAŞ’ı de satın almış. Bu kuruluşlar halen MEYSİN adı altında. Asil Nadir’in Poly Peck Şirketler Grubu içinde hani hani çalışıyorlar. Tahta ambalaj sandıkları, plastik ambalaj kapları üretme, yaş sebze, meyve paketleme, soğuk hava, stoklama, meyve suları yapma gibi işler de var. MEYNA A.Ş. ağırlıklı olarak narenciye alım satımı, dışsatımıyla uğraşıyor, bu alanda bölgenin en büyük şirketi. Ayrıca, yaş sebze, meyve, bakla, buğday, pirinç pazarlaması ile de uğraşıyor. Gazeteleri zarar ettiğinde, açıkları nereden kapatacak? Buralardan kapatıyordur ne bileyim ben!
Mersin'de konuşmam bitince, okurlar ilginç sorular yönelttiler; bunlardan birkaçı şöyleydi:
Türkiye'de gazetelerin satın alınmasının perde arkası hakkında yorumunuz?
Sayın Ekmekçi, Cumhuriyet yazarı ilk sayfada Faisal Finans'ı yerin dibine geçirir, ikinci sayfada ise Faisal Finans reklamı var, bunu nasıl açıklarsınız?
—Gazetenizi yeterli buluyor musunuz? Değilse neden, ne yapılabilir?
—Sayın Ekmekçi, konumuz 'demokrasi kültürü ve basın". Türk demokrasi kültürüyse konumuz, soracak sorum yok. Olmayan bir şey için soru sorulamaz. Ama basın için değinmek istediğim konular var; tüylerimi ürperten bir konu, basında tekelleşme, malûm-u âliniz, Kıbrıslı bir işadamı, başbakanımızın da desteğiyle gazetelere el koyuyor. Bu konuda yapacak bir şeyler yok mu? İkinci konum ise basının bir konudaki duyarsızlığı; Türkiye parça parça satılıyorken, Cumhuriyet Gazetesi dışında, diğer gazeteler niye bu kadar duyarsız?
Bir an önce sağlığınıza kavuşmanız dileğiyle saygılarımı sunarım...
Patron, işçi olmadan nasıl var olabilir ki? Bu durumda, uzun dönemde Koç ve Sabancı için de demokrasinin var olması gerektiğini düşünür müsünüz
Sayın Ekmekçi, bir yazar olarak, gazete, topluma istenilen haberi verebiliyor mu? Veya okuyan kişiyi tatmin edebiliyor mu? Bu konudaki düşünceleriniz nedir? Teşekkürler...”
Sorular daha çoktu, insanı duygulandıracak olanlar da vardı; örneğin şöyle: "Sayın Ekmekçi, yazılarınızı zevkle okuyoruz; kısa özgeçmişinizi ve kalp rahatsızlığınızı kısaca anlatır mısınız?'’; anlatmadım, sayrılığımın benim sorunum olduğunu söyledim; kafa ütülemedim, iyi mi?
Bu yöreler, değişik budunların, etnik kökenli yurttaşların, değişik dinsel toplulukların yaşadıkları yerler; tümü bir arada kardeşçe yaşar giderler. 12 Eylülden sonra, bu yörede, Arap Hıristiyan kökenli yurttaşlara baskılar arttıkça arttı mı? Bunun somut örneklerinden bir ikisini vermek istiyorum: 1964 yılında, Arap kökenli, Hıristiyan bir Türk yurttaşı, kızına Anne-Mari adını vermek ister; gel gelelim, nüfus memuru, “Olmaz” der, olurdu, olmazdı, derken memur yumuşayacakmış gibi. “Hadi gene, sana bir kıyak yapayım, kızın adı “Meryem" olsun, sen de uzun etme artık!" der. Kızın adı Meryem olur, ama Hıristiyan yurttaş, mahkemeye başvurur. “Anne-Mari” olarak değiştirilir.
Olaylardan biri de Türk Hıristiyan çocuklara zorunlu din dersleri olayı. “Din düşüncesi" yerine, Hıristiyan çocuklara, aptes alma, namaz kılma, kelime-i şehadet öğretilmesi. "Zorunlu din dersleri”nin sonucunun böyle olacağı, başından belliydi; Kenan Bey, ne denli üzülürse üzülsün!
Bir başka uygulama da askerlik çağındaki gençler üzerinde yoğunlaşıyor. Hıristiyan Türk yurttaşı gençlerin, bu yılbaşına dek dosyalarına, "GM" yazılıyor, Sivas, Amasya gibi illerdeki askeri birliklere yollanıyorlardı. Daha sonraki dağıtımlar ise genellikle Doğu Anadolu Bölgesi’ne yapıldı. "Deniz” ya da "Hava” birliklerinde görev almaları kesinlikle olanaksız mıydı? 1960-1968 arası dönemde askerliğini yapmış, Hıristiyan gençlerin dosyaları incelenirse, bu ortaya çıkabilir mi? “GM" imi, "Gayri müslim" mi demek? Askerliğini asteğmen olarak yapanlara da yedek subay okulundan sonra, "sakıncalı" işlemi yapıldığını söylediler. Bunlar da özellikle Trakya'daki birliklere mi gönderiliyorlardı? Buna iki örnek: Okul dönemini Polatlı’da geçirdikten sonra, ''sakıncalı” diye Çorlu'ya gönderilen endüstri mühendisi Ceme Beylunioğlu ile yine yedeksubay okulundan sonra kura sonucunda Kıbrıs'a gitmesi gerekirken, Keşan’a gönderilen Ermeni asıllı sağın (doktor) Şahin Kısadur, olayımızı aydınlatıcı niteliktedir sanıyorum...
Bu konularda yetkililer açıklama yollarlarsa, olduğu gibi yayımlanacaktır; bir aksaklık olmuşsa, bir gazeteci olarak düzeltilmesine ya da açıklanmasına yardımcı olmuşsam, görevimi yapmış sayacağım...
Son olarak, Mersin'de 25 Ocak 1989 gününden beri, Akdeniz Gübre'de süren "grev"den söz etmek istiyorum. 674 işçinin çalıştığı bu grev, 250 günü aşkın bir süredir sürüp gidiyor. Basın da yazmaktan bıktığından mı ne, unutuldu, unutulacak. Grev bu denli sürünce, buradaki işyeri kapanacak arsaları satışa çıkacak; sonra efendim. Hacı Korkut Bey, bu arsaları ucuza kapatacak mı? Ne bileyim!
3 Ekim 1989, Cumhuriyet