Çankaya’ya Bir Hacı...

Bahriye Üçok'u gördüm, Cumhuriyetin ilan servisinde; Coşkun Üçok'un ölüm yıldönümü nedeniyle ilan vermeye gelmişti. Coşkun Üçok'un öldüğünü duymayanlar, ya da unutanlar, ara sıra telefon edip "Coşkun Bey nasıl?" diye soruyorlarmış. Coşkun Üçok, ince esprileriyle, belleğimden çıkmayan kişiydi. Anlattığı bir olay ya da fıkra, kimi zaman başımı derde sokardı. Olay ya da fıkralardan biri şöyleydi:
Eskiden İstanbul'da okuyan medrese öğrencileri, öğrenim suresi bitince ya da sayılı aylarda köylere dağılıp imamlık, müezzinlik yaparlar, para ya da erzak toplarlarmış. Buna “cerre çıkmak” denirmiş.
Medresede okuyan öğrencilere "molla" da denir. Mollaların nereye cerre çıkacakları, önceden belirlenirmiş. Mollalardan biri, Karadenizli, İstanbul yakınındaki adalardan birine düşmüş, cerre oraya gidecek, atlar vapura gider. Biraz da canı sıkılır. Adalarda Müslümandan çok Hıristiyan yurttaşlar çoğunluktaymış. Onlara ne anlatıp ne toplayacak molla? Vapurdan çıkınca, ortalığı şöyle bir kolaçan eder; caminin önünde müezzini görür. Kendini tanıtır. Müezzin:
—Buraya boşuna gelmişsin! der. ben burada karnımı güç doyuruyorum. Bizim eve buyur, sana bir çorba sunalım, yarın pazar. İstanbul'a vapur var, onunla dönersin!
Oysa molla, neler tasarlıyordu, "cer"den toplayacağı parayla, öğreniminin bir yılını kurtaracak, medresede okumayı sürdürebilecekti. Kara kara düşünüp giderken, adanın kilisesinin önünden geçmektedir. Papaz kilisenin bahçesinde makasla güllerini budamaktadır. Karadenizli molla, papaza Rumca selam verir, "Kalimera" der. Papaz, giysisinden molla olduğunu bilir, selamını alır.
—Hayrola, burada ne işin var? diye sorar. Molla anlatır:
—Buraya cerre gelmiştim, ama burada Müslüman yokmuş. Yarın döneceğim!
—Yarın pazar, bizim kilisede bir vaaz verir misin? Hem boşa gelmemiş olursun! der papaz.
—Olur! der molla, pazar günü gelir, başlar kilisede vaaz vermeye. Konu olarak da Kur’andan Meryem'i seçer. Dinleyenler, gözyaşlarını tutamazlar, duygulanmışlardır. Bir Rum kadın:
—Sana Müslüman diyenin gözleri kör olsun! diye hıçkırır.. Vaazın sonunda papaz, dinleyiciler arasında tepsiyi dolaştırır; tepsi dolup taşmıştır. Molla, dünyalığı toplamıştır. Papaz, tepsiyi mollanın torbasına boşaltır:
—Bunların tümü senin, sakın müezzine filan bir şey verme! der.
Olay, ya da fıkra bu. Coşkun Bey, bu mollanın adını da açıklamıştı. Ben de yazdım. Mollanın kilisede vaaz vermesi, ne güzel bir şeydir. Vaay, sen misin yazan? Meğer, adını yazdığım mollanın torunlan yaşıyorlarmış. Bunlardan biri de SODEP'teymiş. Büyüğünden, küçüğüne telefon üstüne telefon, gözdağları.
—Bizim dedemiz, kilisede vaaz vermez, vermemiştir; yazdığını düzelt, yoksa şöyle yapacağız, böyle yapacağız!
Okuduklarını anlamıyorlar, ben ne yapayım? Sonunda düzelttim; “O mollanın filanla ilişkisi yoktur!” dedim. Coşkun Üçok'a karşılaştığım gözdağlarını anlattığımda, çok üzüldüydü. Anlattığı fıkra ya da olay yüzünden başım derde girmişti ya, ben aldırmıyordum; alışıktım böyle şeylere. Ne yapalım?
Eski devlet bakanlarından İbrahim Saffet Omay’la, zaman zaman buluşur, söyleşiriz. Yemek yeriz. Hafta ortasında çarşamba günü Tunalı Hilmi'de "Rıhtım”da buluştuk. İstanbul’dan, Ankara'ya gelen savunman Gülçin Çaylıgil de bizimle birlikte. İbrahim Saffet Omay, 1960’lı yıllarda, Diyanet İşleri'ne bakan Devlet Bakanı, İsmet Paşa da başbakan. Omay orada, Çaylıgil’le ikimize bir anısını anlattı; şöyle:
"1964 yılında ramazan ayı yaklaşırken, İsmet Paşa, yanında Hanımefendi, birlikte evinde yemek yiyorduk; bana dedi ki:
—Hanımefendi’nin senden bir ricası olacak!
—Aman efendim, emrederler, buyurun...
—Bu Çankaya'ya bir cami yapıldı biliyorsunuz, bunun arsasının sağlanmasında Hanımefendimin çok emeği, yardımı vardır. Şimdi, cami son aşamasına geldi, ama birtakım eksiklikleri var, hizmete girmesi mümkün değil galiba. Bunu bir hizmete sokmak lazım. Kendisi de istiyor ki siz de biraz yardım edesiniz.
—Bakayım efendim, emrederler, dedim. Vakıflar Genel Müdürü Nihat Bey'i odama çağırdım, Nihat Bey, eski valilerdendi. Değerli bir kişiydi. Durumu anlattım:
—Aman efendim, hiç paramız yok! dedi.
—Şimdi sen, caminin tamamlanması için gerekli kişileri gönder de sonrasını aramızda konuşuruz, dedim. O gün mimarı, dekorcuyu göndermiş. Ertesi günü geldi Nihat Bey, “İşte efendim, mihrapta şu eksik, minberde bu eksik, süslemede şu şu.. Bir takım eksiklikleri var" dedi.
—Peki, bu ne olacak? Kaça mal olacak? O zamanın parasıyla ”115 bin lira lazım!” dedi. 115 bin lira da o zaman büyükçe bir para. Dedim ki:
—Nihat Bey, sen bunu çözersin, eski bir valisin. Vakıflardan bir çare düşün buna...
—Peki efendim, dedi. Uzatmayalım, cami bitti. Kalktım İsmet Paşa'nın evine gittim yeniden. "Efendim, cami hizmete hazır duruma geldi, inşaat tamam” dedim. Çok teşekkür ettiler bana, hanımefendi de kendisi de. Ama sonra şöyle dedi:
—Ama, bununla bitmedi bu işi
—Nasıl bitmedi Paşam?
—Bak, ramazan ayı yaklaşıyor. Bu cami hizmete girecek. Çankaya'dan ezan okunacak! Buraya Ankara'nın en güzel sesli müezzinini vermenin yolunu, çaresini ara.
—Peki, başüstüne! dedim. Diyanet İşleri Başkanı Tevfik Gerçeker'e söyledim. Oraya gerçekten Ankara'nın en güzel sesli müezzinini verdiler...”
Mevhibe Hanım'ın, İsmet Paşa'nın inançlı kişiler olduğunu çok kişi bilir. Omay'ın anlattıkları şimdiye dek hiçbir yerde yayımlanmadı. İsmet Paşa, inanmış adamdı; ancak bu inançlarını hiçbir zaman politikaya araç olarak kullanmadı. Onun politikacı olarak, camiye girip namaz kıldığını gören olmadı, son günlerde Ali Rıza Cihan ile Abdullah Tekin'in, "Çağdaş Devlet Adamı İsmet İnönü" adlı yapıtlarını okuyorum; laiklik ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkesidir. Bu da, dinin politikaya araç edilmemesidir. Hacı Turgut Bey, satır arasında, laik olmadığını söylemedi mi? Devlet laikmiş, kişiler değil! Bugün cumhuriyetin yıldönümü; Çankaya'ya bir hacı! Düşün, düşün, yoktur işin. ANAP'lılar işi hâlâ anlamadılar mı? Çankaya camisine müezzin değil. Türkiye Cumhuriyeti’ne cumhurbaşkanı seçiyorlar!