6 Aralık 1989 Çarşamba günkü “Tercüman” Gazetesi’nin İkinci sayfasında kocaman bir başlık: “Camiler kışla yapıldı” diye. Tercüman yazarı Nazlı Ilıcak, Süleymancıların başı Kemal Kacar'a şöyle soruyor:
-Demin cenazeleri yıkayacak din adamı kalmamıştı dediniz. Benim duyduğum kadarıyla, İsmet İnönü döneminde camileri kışla ve depo yapmışlar doğru mu?
-Tabii. 2. Dünya Savaşı sırasında askerler ayakkabıları ile kışla yapılan bazı camilere giriyor, içinde yatıyor, kalkıyorlardı. Mesela koskoca Sultanahmet Camii'ni kışla yaptılar.
Ne insafsız soru, ne insafsız yargı bu! Nazlı Ilıcak 1940 doğumludur. İsmet İnönü, cumhurbaşkanı olduğunda daha doğmamıştı. AP'nin eski Milletvekili Kemal Kacar ise 1940‘ta 23 yaşındaydı. Kacar, o sırada, Süleyman Efendi’nin kızının büyümesini mi bekliyordu?
Öteden beri söylenir, dillerde dolaşır; "CHP döneminde camilere saman dolduruldu..." filan. İnönü, zaman zaman bunun yanıtlarını verdi. 6.5.1969 günü Meclis'te, konuşması arasında bir yerde özetle şunları söyledi:
-“…Çok işitmişimdir. Evvelden hatırlarım. Savaş esnasında camileri ambar yaptığımızdan ve tecavüzler yaptığımızdan çok şikâyet edilmiştir.
Sıkıştıkları zaman siyaset adamları bunları dine karşı bizim saygımız misali olarak öne sürmeye çalışırlar. Şimdiye kadar bu tarizlerin hiçbirini önemsemeyip cevap vermeye değer bulmadım. Ama bu sefer söyleyelim: İkinci Cihan Harbi'nde seferber iken ordular, her gittikleri yerde kapalı, barınmak için kapalı yer ararlardı. Bu orduların nerede barınacakları, hangi yerde vazife alıp imkân bulacakları, cumhurbaşkanı olarak benim ne bildiğim, ne gördüğüm şey vardır.
Rahmetli Mareşal’ın idaresinde hareket yapan ordular, muhtelif yerlerde mevzi alırlar, yürürler ve memleketi müdaafaya çalışırlardı. Şimdi seferberlik zamanında boş binalara girmek, askerlerin pek iyi hatırlayacağı, askerlik edenlerin bileceği kanun icabıdır.
Seferiye nizamnamesi denilen bir askeri vesika vardır ki askerlerin yürüyüşleri, ikametten, barınmaları ve sairesini tanzim eder. Onun bir hükmü şudur: Çadırlı ordugâh vardır, hiçbir çadırlı ordugâh en zavallı bir kapalı yerin ruhsatını veremez. Hiçbir çadır bir kapalı samanlığın ruhsatını veremez. Onun için imkân buldukça kıta kumandanının vazifesi, boş bulduğu binayı işgal edip o gecenin yağmurundan, şiddetinden ertesi günü muharebe meydanında savaşacak olan askerinin dermanını koruyarak götürmektir. Tamamıyla askeri bir icap. Bunları bana seferin camilere, din icaplarına saygısızlığı olarak göstermek isterler. Bir defa söyleyip geçiyorum. İhtimal yine söyleyeceklerse tekrar düşünürler.
Seferde, camilerden, mekteplerden boş bulunduğu zaman askerler istifade etmiş olabilirler. Ama hiçbir zaman camiler, milletin bütünlüğüne, devletin temellerine kastedenlerin yığınak yeri olmamıştır Bu, ilk defa şimdi oluyor. Türk milletinin selameti, bağımsızlığı, ilerlemesi için yapılan her çaba tarihimiz boyunca iç ve dış düşmanlarca küfür ilan edilmiştir, öteden beri Osmanlı devrinde ve her devirde Türkler, içte ve dışta bulunan düşmanları tarafından kâfir ilan edilerek nifaka düşürülmek istenmiştir. Bundan tabii bizim nesil kurtulmadı. Biz, milletin ölüm dirim savaşında, bizim çabalarımız esnasında Şeyhülislamın idam fetvasını üzerimizde taşıyarak çalıştık. Şimdi teşvik gören bu vazifesiz ve mütecaviz din görevlilerinin, diyar diyar dolaşıp bizleri kâfir diye ilan etmeleri, tasavvur buyurursunuz ki bizi hiç müteessir etmiyor. Yalnız sorumluların ne kadar yüz verdiklerini düşünerek mahzun oluyoruz...” (Çağdaş Devlet Adamı İsmet İnönü, Tekin Yayınları Sayfa: 205-207).
1950'de, Türkçe ezanın Arapçaya çevrilmesinden bu yana, “din sömürüsü”nün duvarları yıkılamadı bir türlü. Berlin'de duvarlar yıkıldı da bizde “din sömürüsü" duvarları yıkılamadı. Bunlar, gerçek utanç duvarlarıydı!
141-142 duvarlarının yıkılmasını istiyoruz; o ilericilerin önüne, çekilmiş bir duvardı, onun için. Gericiliğin önüne çekilen 163 duvarı da yıkılmalı ki, kimin gerçek Müslüman olduğu çıksın ortaya. Dinin politikaya araç edilmesi kalksın ortadan. 163'ü her cuma çiğneyenlere bir şey olmuyor da, olanlar garibanlara mı oluyor? 163 kalkınca "camiciler” nasıl birbirine girecekler göreceksiniz; bağıracaklar:
-O mu? Onun Müslümanlıkla ilgisi yok; o bir sahtekârdır!
Takke düşüp kel görünecek. Yıllardır süren din sömürüsü, foyasıyla birlikte ortaya dökülecek. İsmet Paşa’nın ne denli haklı olduğu çıkacak ortaya.
Hacı Turgut Bey, Meclis’te ANAP’lıların oylarıyla cumhurbaşkanı seçildikten sonra, yabancı gazetelerin muhabirlerine bir çay vermişti. Burada, Atatürk'ün yakın arkadaşlarından Hasan Cemil Çambel’in kızı, Neue Zurcher Zeitung Gazetesi muhabiri Leyla Çambel şöyle dedi:
-Cumhurbaşkanı andı içtikten sonra, Atatürk yolunda olacağınızı söylediniz; bunun bir sinyalini vermeyi düşünür müsünüz? Bunun çok kolay bir yolu var; ne bir formalite ne bir işlem ister; ezanı Atatürk'ün yaptığı gibi, Arapçadan Türkçeye çevirmek; 'Allahüekber” yerine, daha güzel olan Türkçe “Tanrı uludur" demek...
Leyla Çambel, sorusunu sordu bekledi. Hacı Turgut Bey, karşılık verdi:
-Olmaz, dedi, fikir hürriyet var; aynca Katolikler de Latince dua ediyorlar!
Leyla Hanım, sustu bir şey demedi ama "Yobaz anlayışa düşünce özgürlüğü, Kemalistlere ise, yok” diye geçirdi içinden...
"Türkçe ezan” konusunu, 12 Eylül'ün en sıcak günlerinde atmıştım ortaya; 12 Eylülcüler, madem Atatürkçüydüler, haydi bakalım, ezanı Türkçeleştirsinler de görelim! Cumhuriyet’i kapatmadıkları kaldı, Genelkurmaydan bir zılgıt geldi; "Kesin bu tartışmayı” diye. Ben tartışmayı zorunlu kestim, Tercümancılar da bana sövmeyi kestiler. Haydar Saltık'ın halkla ilişkiler yöneticisi Deniz Albay Salim Dervişoğlu, telefonda şöyle diyordu:
-Sayın Ekmekçi, Türkçe ezanla ilgili tartışmanın durması iyi oldu, size sövgüler de bitti!
Öyleydi o zamanlar, kimi yazarlar, 12 Eylül’ü arkalarına alır, tizlere veryansın ederlerdi. Bir de yurtdışındakilere çatarlardı. Elleri bağlı ya yurtdışındakilerin, vur gitsin! Bu duvarların da yıkılması zamanı geldi, geçiyor. Cezaevlerinin, zindanların duvarlar da yıkılmalı, 12 Eylül’ün içeri doldurdukları, özgürlüklerine kavuşmalı. Yurtdışındakiler, yurtlarına dönmeli...
SHP'de örülen duvarlara ne demeli?
10 Aralık 1989, Cumhuriyet