—Size bunları yapanların öğrenim durumları ne?
—Biz diyorlar, sizlerin kaliteli insanlar olduğunuzu bitiyoruz. Okumuş, aydın insanlarsınız, diyorlar. Gözümüze baka baka söylüyorlar, hücredeyken söylüyorlar bunları...
-Ama biz de lise mezunuyuz, biz de biliyoruz bazı şeyleri. O kadar cahil değiliz, diyorlar. Ama genelde yönetenler genelde komiserler, baş komiser. Baş komisere “komutan’' diyorlar, komiserlere "komutanım” diyorlar, komiser yardımcıları ve sıradan sivil polis. Yakalayan da onlar, götüren de onlar, getiren de onlar. İşkence eden de onlar, hepsi onlar inanın. Sadece konuşmak için, gözümüz bağlı diye, görmüyoruz sanıyorlar; "komutan, momutan" diyorlar, ama seslerinden iyice arkadaş olduk! Ben şimdi çıksam, Birinci Şube İkinci Tim'i nerede görsem tanırım. Siyasi polis, sokakta görsem tanırım şimdi ben. Bir tanesi Abdi İpekçi Parkı'nda oturuyordu.
-Bugün?
-Bugün! Bakın şaka değil, sabah gelirken oturuyordu!
-Ne yapıyordu Abdi İpekçi Parkı'nda? (Nâzım’ın şiirindeki gibi:) “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'ndayım / Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında...")
-Şey diyor, “Oralarda gezeriz biz" diyor, orada şaka yapıyorlar bizimle; “Hoca, yarın parkta görünce bizi kaçma haa?”
-Niye?
-Biz adam yemeyiz!
-Vallahi yüzünüzü şeytan görsün, diyordum. Sizin yüzünüzün ne hayrını gördüm de arkanızın ne hayrını göreceğim! Çeker giderim!
-Hoca! Çayını içmeye geliriz, şunu ederiz, bunu ederiz...
-Yoook, diyordum, sakın ha sakın. Sizin gibilerle bir daha karşılaşmak istemiyorum. Sizi görünce insanlığımdan utanıyorum yani!
-Peki, çözüm yolu olarak ne düşünüyorsunuz Lütfü Bey?
-Ben çözüm yolu olarak şunu söylüyorum...
-Bir kez lağvedilmeli, işkence odaları filan...
-DAL denilen kurum yok edilmeli. İnsanlık onuruyla bağdaşmayan hiçbir şeye insan layık değildir. İnsanlara hani Atatürk'ün sözü var: “Zorla, cebirle susturulamaz...” der ya, gerçekten bu tip hareketler var ya, insanı istemediği durumlara sokar. Kabullenmediği durumlara sokar. Daha ötesini söyleyeyim size; yani bu tip şeyler yerine, düşünce özgürlüğünün olduğu, insanların özgürce yaşadıkları, özgürce söyledikleri, özgürce örgütlenebildikleri, her türlü kanının savunulduğu demokratik bir ortam gerekir. İnsan, anca burda mutlu olur yani. Başkasının mutsuzluğu üzerine kurulan mutluluk bizi mutlu etmez! Mutluluklar, birlikte yükselmeli.
-Şimdi siz bunları söylüyorsunuz; içeri girip çıkan yüzlerce insan var, pek azıyla konuşabiliyoruz!
-Bize de dediler, savcılığa ben ifade verirken DGM’de, “Eğer içeri girip ifadeyi kabul etmezsen, şerefsizim, sizi alıp çıkaracağız tekrar, götüreceğiz!" dediler. “DAL’a götüreceğiz!" dediler. İçerideki ifade şu: Kardeşimi suçlama zorunda bıraktılar beni! Bakın, yurtdışındaki kendi kardeşimi suçlama zorunda bıraktılar; senaryo yazdılar. Ben şöyle dedim; “Yurtdışından bana bir yayın geldi, o göndermiş olabilir!” dedim. “Göndermiştir" dedim. "Doğal" dedim, "bu yasak değil." 'Abi, al oku" diye gönderebilir. Bunun gibi. Suçlama derken, orada demokratik bir ortam var, piyasada satılıyor her türlü yayın. Evden yayın alırlarken baktım, örneğin piyasada çıkan tüm yayınlar, “yasak yayın" diye alınıyor. Kırkın üzerinde kitabımı aldılar, sadece dört kitabıma el koymuşlar. İkisi dergi, ikisi kitap. Örneğin, "Sol Kendini Anlatıyor" Nihat Behram'ın, onu aldılar. "İlkel, Köleci. Feodal Toplum..."
— Yasak mı?
-Yooo, kitapçılarda satılıyor!
E.B. — Benimkini iade ettiler!
-Peki, bu Avrupa'dan, insan haklarından gelen hukukçular, DGM Savcısı'nın ifadesini almaya uğraşırlarken, siz orada işkence görüyorsunuz. Öyle anlaşılıyor, o zaman iki tutum var; bir yandan iyi görünmeye çalışmak, bir yandan onu sürdürmek...
-Zaten şeydir böyle, diyoruz ya hani, kendi işgücüyle gevşemeyen kapitalist toplumlarda, ulusal sanayisi oluşamayan kapitalist toplumlarda, zorunlu olarak dışa bağımlılık gelir. Dışa bağımlılığın geldiği yerlerde, siyasette de dışa bağımlılık olur. İkiyüzlülük, riyakârlık böyle meslek haline gelmiştir. DGM'ye varıyorsunuz. DGM'de diyorlar ki:
-Hocam, hiç suçunuz yok da beş bin öğretmenin arasında seni nasıl aldılar?
-Kim diyen onu?
-DGM Savcısı! Savcı yardımcısıydı sanıyorum, adını bilmiyorum; sarışın, açık, kumral, çıplak kafası açık, saçı çok az. 45 yaşlarında bir arkadaş! "Vallahi" dedim, "benim de aklım yetmedi, ben de bunu soruyorum size; beni nasıl buldunuz yani?
-Peki, işkence yapanları tanıyabilir misiniz?
-Yüzünden hepsini tanırım!
"Sesinden" demek istiyor gibi geldi bana, Lütfü Bey.
-Hepsini karşınıza mı getirmek gerekir?
-Tanıyabilirim, örneğin odalarının kapısında “E İkinci Tim" yazılı, giremeyiz oraya. Orası siyasi polis, garajın üstündeki yer.
E.B. — Kuş uçurtmayız! diyorlar. “Başbakan gelse katmayız buraya!” diyorlar. “Kuş uçmaz burada!” derler. Tabii, onların ifadesi bilemiyoruz, kim girer, kim girmez! "E-2 Timi" diye geçiyor; şöyle bir iş bölümü yaptıklarını söylüyorlar "Bu Tim, falanca örgütle uğraşır, o konunun uzmanıdır!" derler. Diyelim diğer ‘tim’ler de başka örgütlerle uğraşırlar. O konunun uzmanıdırlar. “Biz, işte TDKP örgütüyle, onun bağlantılarıyla uğraşırız. Onların gelmişini, geçmişini, bu örgüt kimlerden oluşur, örgüt içinde kimlerin, hangi yerde olduklarını..." benzeri şeyler. Şimdi bu ‘Tim’de kimler var? O devletin kaynakları. Herhalde emniyet müdürü, personel şubesi, bunlar bilirler mutlaka. İlginçtir, orada hücrelerde başka sanıklar var; başka bir suçtan gelmişler sanıyorum, sahte vize olayından; onlara başka bir ‘tim' bakıyor, onlara süt, bisküvi, sigara, meyve suyu, meyve alıyor; biz istiyoruz: “Kardeşim, biz günlerdir açız! Bize günde çeyrek ekmek veriyorsunuz” biz insanız, komşu hücrelerdeyiz, yan yana durumdayız! Ona sorup alıyor, bize almıyor. "Bize niçin almıyorsun?" diyorum; "Sizin ‘tim’iniz ayrı, biz karışmayız, size sizin ‘tim'iniz alır!” diyorlar. Yani iş bu kadar ayrı işbölümüne kadar inmiş...
-Peki, ‘tim’e haber verin!
-Biz karışmayız, onlar istedikleri zaman gelirler!..
—Bizim ifademizi alan komiserin, daktiloda yazan memurun adları yok. Kod numaraları var. Benim ifademde "sorumlu komiser” yerine “5'' var, memurun yerine "828" var. Ad yok, devlet bunları biliyor olmalı. Sorguyu kimler yapıyor, işkenceyi kimler yapıyor, kimler yönetiyor, bunları biliyor olmalı...
30 Ocak 1990, Cumhuriyet