Geçen hafta sonunda cumartesi, pazar günlerim Ankara'nın köylerinde geçti. Grek gazeteci Yerasimos Zarkadis, yıllardır söylerdi: “Bir keçi eti nerede bulup yiyebiliriz!" Çocukluğum keçi eti yemekle geçmişti, ama yıllar var ben de keçi eti yemiyordum. Keçi etinin bağırsakları bozduğunu söylerlerdi. Oysa bunun aslı faslı yoktu. Alıp başımızı Balâ’ya gittik. Orada bir arkadaşımız oğlak kestirmiş bizi bekliyordu. Mangalda külbastı yapılmış oğlak etine, Yerasimos dört köşe oldu, keyiflendi. Oğlak şöleninden sonra bir süre Balâ köylerini dolaştık. Köyler dökülüyordu, yoksulluk dizboyuydu. Bir köye girerken gördük. Bir adam eşeğini bir ağaca bağlamış dövüyordu. Evler, oturulacak gibi değildi. Kadınlar perişanlığın, umutsuzluğun simgesiydiler. Nâzım’dan Ruhi Su'nun seslendirdiği "Kadınlarımız" şiiri geçiyordu belleğimden; Kurtuluş Savaşı'nda kadınları yaşıyordum sanki:
“Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez, / dağlar öyle uzakta, / sanki gidenler hiçbir zaman / hiçbir menzile erişmeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle/ve onlar/ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler / başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi/ufacık, kısacıktılar. / Ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında/ve ayakları altından akan / toprak, / toprak/ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak/ve kağnılarla tahta yataklarında/koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar/birbirlerinden gizleyerek/bakıyorlardı ayın altında/geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar/bizim kadınlarımız / korkunç ve mübarek elleri / ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle /anamız, avradımız, yârimiz / ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen / ve soframızdaki yeri / öküzümüzden sonra gelen / ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız / ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki / ve karasabana koşulan/ ve ağıllarda/ışıltısında yere saplı bıçakların / oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan / kadınlar / bizim kadınlarımız / şimdi ayın altında / Kağnıların ve hartuçların peşinde / harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi / aynı yürek ferahlığı, / aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde/ince boyunlu çocuklar uyuyordu...”
Pazar günü de topluca Ayaş'ın Tekke köyüne “höşmerim" yemeye çağrılıydık. Ona Yerasimos gelmedi. Tekke, Necdet Beyin köyü. Savunman arkadaşlar, Memduh, Vedat Beyler var, Necdet'in eşi, annesi, çocukları, bizler de eşlerimizle birlikte. Tekke köyü, elli yıl önce nasılsa yine öyle. Köy, göçten boşalmış gibi. En varlıklısının evinde hela yok; hela, avluda, dışarıda, içeriden dışarısı doğa, ayna gibi görünüyor.
Pazartesi günü Ankara Hilton’da Alman başbakanlarından Konrad Adenauer adına kurulan vakfın gazeteciler seminerinde ben de konuşacaktım. Sabah toplantıyı Eğitim Bakanı Avni Akyol açmıştı. Toplantının konusu “2000’li Yılların Eşiğinde Türkiye ve Almanya'da Eğitim Potitikası"ydı. Bu bir gazetecilik semineri. Konrad Adenauer Vakfı Türkiye temsilcisi Gunter Lochner, Prof. Dr. Oya Tokgöz, Prof. Dr. Berka Özdoğan, Essen Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ursula Boos - Nünning öğleden önce konuştular, öğleden sonraki oturumun konusu “Eğitim ve Politika”ydı. Bu konuda Alman televizyon muhabiri, gazeteci Andreas Weiss’la ikimiz konuşacağız. Konuşmama başlarken, cumartesi pazar günleri köylerde gördüklerimi anlattım. Hilton Oteli'nin görkemli salonunu dolduran dinleyicilerin çoğu bayandı. Bakan Avni Akyol, öğleden sonra gelmemişti. Konuşmamda Köy Enstitüleri'ni anlattım ağırlıkla. Köy Enstitüleri kapanmamış olsaydı gördüğüm Ankara köyleri, kırk eli yıl önceki durumlarında kalmayacaklardı. Bugün okullarda gerici bir eğitim politikası egemendi. Din derslerinin zorunlu uygulaması sonucu, laik öğrenim zedelenmişti. Eğitim fakültesinden geldiklerini söyleyen kimi öğretim üyeleri beni sert biçimde eleştirdiler. Satır arasında söyledikleri şuydu: Yabancıların da bulunduğu bir ortamda böyle konuşmam doğru muydu? Biri, "Bizi yerden yere vurdunuz!" dedi. Arka sıralardan, kimi kendi aralarında konuşmuşlar mıydı?
Bu Mustafa Ekmekçi solcu; dinlemeyelim, gidelim buradan!
Baktım, ellerinden gelse çiğ çiğ, yiyecekler miydi? Kimi, nasıl da öfkeliydi? Bir kaşık suda boğacaklar mıydı?
Tekke köyünde evlerinde hela olmadığı için eleştirdiğim köylüler, eleştirilerimi daha hoşgörüyle karşılamışlar, olgunluk göstermişlerdi. Hilton’daki kimi eğitimciler (!) ise köylüler gibi olamamışlardı. Oysa bir bakıma o helasız köy evinde oturanların haklarını yiyerek sanki bu duruma gelmişlerdi! Halk çoğunluğunun bilgisiz, yoksul kalışında, okumuşların da sorumlulukları yok muydu? Yaşamını köylünün, yığınlarına adamış, Köy Enstitülerinin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç'u düşündüm. 23 haziran Tonguç'un ölüm yıldönümü. Yarından sonra Tonguç'u, Yücel'i, Arıkan'ı, İsmet Paşa'yı birlikte düşünüp anmak isterim. Emekleri var olsun...
Alman televizyoncusunun eleştirileri yıldırımları benim üstümden az da olsa uzaklaştırdı. Alman televizyoncu Andreas Weiss, sözlerinin sonuna doğru özetle şöyle dedi:
Bence laik cumhuriyette de geleneksel kavram mekanizması sürüyor; sadece içerikler farklı. Şimdi da aynı geleneksel değerler öncelik taşıyor. Otorite, hiyerarşi, itaat, aile, yaş-baş, doğru, yanlış, tabu... gibi. Bunları çiğnemenin bedeli sosyal soyutlanma. "Yanlış" olanı düşünmek, “Tabu"ları çiğnemek, Türk Ceza Yasası'nın konusu. Sonuçta cumhuriyette de yaratıcı düşüncenin doğmadan boğulduğu görülüyor. Türkiye'de aileler, okullar ve hatta üniversiteler gençleri bu şekilde eğitmekte. Güç sorunlar çözmek ise yaratıcı düşünce gerektirir... Hiyerarşik öğretmen-öğrenci ilişkisi de bağımsız düşünceyi engelliyor. Sanki özgür düşünce, öğretmeni eleştirmeyi de getireceği için hoş görülmüyor. Türk-Alman öğretmenler, birbirleriyle eğitim konularında bilgi alışverişinde bulunmuyorlar. Alman Öğretmenlerin, öğrencileri serbest bırakan tutumu eleştiriliyor. Böyle kültür alışverişi olur mu? Okul üniforması, disiplin, üst arama, genç insanın kişiliğini eziyor. İmam hatip okulları bir sorundur. Türkiye'nin gereksinimi dünyayla rekabet edebilecek insanlardır, önümüzdeki yıllarda, dünyada gelişme temposu daha da artacak. Tıpkı Atatürk’ün yaptığı çapta bir devrime gereksinim var. Yaratıcı birey devrimine!
21 Haziran 1990, Cumhuriyet