Yazılacaklar öyle de birikti, yığıldı ki; hangisini gündeme, öne alacağımı bilemiyorum. Tahsin Yalabık öldü, Uğur Mumcu yazdı, bu yiğit madenci, yeraltı kaynaklarının yılmaz savunucusu, yakın dostumdu. Yolda giderken, bir trafik cinayetinde öldü. Sözleşmiştik, onunla konuşacak nelerimiz vardı? Son olarak, telefonlaşmıştık; hükümetin Suriye'ye parasız su vermesini eleştiriyordu; şöyle diyordu:
Devlet, kendi vatandaşına suyu para ile verirken, milyarlarca liralık suyu, Suriye’ye nasıl parasız verir? Bunu bilen de yazan da yok!
Suriye'ye su, kamuoyundan gizli tutulan bir görüşme, anlaşma sonucu mu verilmişti? Körfez bunalımı sırasında. Suriye’yle aramız ballı börekti. Demek bundanmış. "Bir koyup yirmi alacağız!” derken sularımızı, petrolden değerli varlığımızı, parasız akıtıyormuşuz gizliden gizli.
Kürtler konusu vardı gündemde; ha bugün ha yarın yazacaktım. Yurttaşımızı, Kürdümüzü yazacaktım. Tüm Kürtleri yazacaktım. Borçluyum onlara. 24 nisan günü, Ankara'da Türk-İş salonunda düzenlenen "Köy Enstitüleri" gününde Talip Apaydın’ın okuduğu “Kürt Türküleri” şiiri ne güzeldi. Talip’in bu şiirini yayımlasam, Kürt kardeşlerime borcumu öder miydim? Şöyle diyordu Talip: “Kürt Türküleri”nde:
"Aylardan nisan loo / Dağ taş insan loo / Kar yağar yağmur yağar / Çıplak etimize / Günlerdir yol teperiz / Çoluk çocuk, aç susuz / Sığındık türkülerimize / Bunlar insan loo.
Bizi sevmeseniz de / Türkülerimizi sevin / Yürekten söyleriz loo.
Bin yıldır birikir acımız / Zor taşır bunu artık dünyamız I Çevirin yüzünüzü bir bakın / Biz insanız loo.
Türkülerimizi dinleyin de / Bizi anlayın loo..."
Cezaevinden gelen mektuplarla doldu masam demeyeceğim, ama epeyce de var doğrusu. Oya’dan aldığım bu ikinci mektup. Türkiye'den değil, Almanya’dan, Frankfurt'tan. Cezaevinde değil o, evinde, işinde gücünde, ama 12 Eylül'den beri, Avrupa da bir cezaevi sanki. “Geliyoruz, geleceğiz..." derlerdi de ben takılırdım:
Gelin ama, bir ayağınız Avrupa'da olsun. Avrupalara geldiğimizde, bizim de kalacak bir yerimiz olsun!
Oya ile Aydın ile yıllarca, Yeni Ortam’da birlikte çalıştık, yazılar yazdık; arkadaşız. Ben ona, “Oya, yağlı boya” diye takılırdım. Aydın Engin, yazı işleri yönetmeniydi gazetenin. Evlendiler, Ekim dünyaya geldi. Kocaman oldu Ekim şimdi, Avrupalarda.
Sağcıların, faşistlerin çıkarılıp, solcuların, devrimcilerin cezaevlerinde bırakıldıkları şu son günlerde. Oya da gözlerden kaçan kimi sorunlara, yurtdışındakilerin sorunlarına değiniyor. Şöyle diyor:
"Sevgili Mustafa Ağabey
Bugünlerde size sık mektup yazmaya başladım. Oysa nedense mektup yazmak pek zoruma gider. Hele telefon olunca... ‘Sebeb-i mektub'um, tahmin edebileceğiniz gibi şu 'koşullu salıverme' yasası. Yasanın tümünün eşitlik ilkesini zedeleyici yanları ve uygulamada doğacak kargaşa üzerinde hiç durmayacağım. Bu yönlerini sizler orada çok daha iyi değerlendiriyor ve ses yükseltmeye çalışıyorsunuz. Ben, sadece kendi durumumuzdan çıkarak bugüne kadar hiç kimsenin söz konusu etmediği belki usuna bile getirmediği, ya da en azından basına yansımayan birkaç nokta üzerinde durmak istiyorum.
Daha önceki mektubum elinize geçtiyse, orada anlatmaya çalıştığım, yurtdışındakilerle ilgili kimi endişe ve güçlükler, geri dönme süresinin iki yıl olarak saptanmasıyla büyük ölçüde ortadan kalktı. İki yılda, dönmeye gerçekten niyetli olan herkes işlerini yoluna koyup iki ayağı bir pabuca girmeden dönebilir. Gelin görün ki yine daha önceki mektubumda sözünü ettiğim ‘normal Türk pasaportu' sorununun nasıl çözüleceği yine belli değil. Yasanın son şeklinde, yurtdışındakilerin tümü vatandaşlıktan çıkarılmış olarak kabul edilmiş gibi bir hava var. Oysa 12 Eylül'den sonra yurtdışı ne çıkmış yabancı ülkelerde 'mülteci pasaportu' ile yaşayanların çok büyük bölümü, halen ve neyse ki Türk vatandaşı. Örneğin ben ve Aydın da böyleyiz. Vatandaşlıktan çok haksız yere çıkarılmış olanların durumu bildiğim kadarıyla Bakanlar Kurulu kararına falan bağlı olduğundan, yurt dışındaki konsolosluklardan S yıl süreli normal bir pasaport almaları güç olabilir. Bu durumu yüreğimle ve kafamla asla kabul edememede birlikte bürokratik engeli anlayabiliyorum. Ama Örneğin bizcileyin -ve çoğunlukla- olanlara, yurtdışındaki konsolosluklarca normal bir işçi pasaportu verilmesinin önüne engel konmamalıdır ki bu insanlar ülkelerine normal yollarla ve buralarda edinilmiş haklarını kaybetmeksizin dönebilsinler.
Bu, sorunun bir yanı; ama asıl aktarmak ve hatırlatmak istediğim nokta ‘Basın ve düşünce özgüriüğü'ne ilişkin kısıtlayıcı maddelerin 142. maddeyle sınırlı olmadığı. Neden bilmiyorum, hukukçularımızdan gazetecilerimize, düşünürlerimize, aydınlanmıza varana dek kimse TCK’nın 311-312 ve 159. maddelerini hatırlamadı. Zamanında, yani 1980'den önce bizlerin, savcının 142. maddeden açtığı çok sayıda basın davamız, sonunda yargıcın 311-312 veya 159. maddelerden mahkûmiyet vermesiyle sonuçlandı. Ben bu konuda iyimser düşünüyorum. Sanırım bazı yargıçlar 142. maddeden mahkûm edip de 7-6 yıl vermek yerine, -hiç mahkûm etmemek de raconuna uygun düşmediğinden- daha hafif maddeler olan 311-312 veya 159 mahkûmiyetlerini tercih ettiler. Mâlum, bizde, hele sıkıyönetim dönemlerinde, 'gözünün üstünde kaşın var' dense bu suç olurdu ya...
Örneğin benim 1980 sonrasında hiç kimse ilgilenmediği için temyiz bile edilemeden kesinleşmiş bir 6 ayım var 312. maddeden. Sanırım bu da 142'den açılmış, sonra yargıçlar, ‘iyilik olsun!’ diye 312’den, yani 6 aycık vermişler. Ama şimdi ne oldu? Çok daha ağır olan 142 kalktı, daha hafif sayılan 312 kaldı... Bu, Türkiye'de yıllardır haksız yere yatmış arkadaşlarımız açısından büyük sorun olmadı koşullu salıverme yasası sırasında; çünkü zaten beşte birden çok fazlasını yatmışlardı. Ama ben ve Aydın ve daha benim bildiğim yurtdışındaki birkaç arkadaşımız acısından, yasa cezaların beşte birini yatma hükmü getirdiği için, ciddi bir sorun çıkıyor ortaya. Bizler gibi 12 Eylül döneminde yurtdışında olan ve cezaları çoğunlukla gıyaplarında kesinleşmiş ‘basın kurbanları' Türkiye'ye döndüğümüzde belli süreler cezaevinde yatmak zorundayız. Diyeceksin ki ‘birkaç ay yatıverin!' Açıkçası buna hazırız ve kararımız da böyle. Ama içimden isyan etmekten de kendimi alamıyorum. Çünkü, örneğin benim 6 aylık mahkûmiyetimin yanında 100 lira da ağır para cezası var. 100 liranın ağır para cezası olduğu bir dönemden kalan ve bugünün koşullarında yargıcın bile akına imzasını atacağı bir yazı yüzünden ‘Oh memleketime geldim' dediğim anda dörtduvarın arasına kapatılacağım. Bunu göze çoktan aldım! Ama gel gör ki daha da önemlisi, uzun süreli normal bir pasaport alma hakkım da yurtdışındaki kimi gerçekten iyi niyetli ve aydın hariciyecinin himmetine; böylesine rastlayamazsam da 'düyuna' kalıyor. Aydın'ın durumu daha da beter, çünkü onun 312 ve 159'dan en az 1.5 yılı, yani içeride yatacağı 4 ayı var. Pasaport durumu da aynı... Bu durumda olanların sayısı belki çok değil, ama var. Üstelik de fıkra değerinde bir nokta daha: Aydın’ın 159’u galiba Demirel'e sataşmadan! Zavallı adamcağıza, topla tüfekle devirdikten sonra ağızlarına geleni söylemekten çekinmeyenlerden ne haber!
Yasanın, hele de Antiterör Yasası adıyla çıkarılmak istenenen belli bölümlerinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne gidilmesinin söz konusu olduğu ve konunun hala gündemde kaldığı şu günlerde size, yazasınız diye acele iletmek istedim. Her zaman “Aman yazma Mustafa Ağabey” derdik. Şimdi “Aman yaz” diyoruz. Hepinizi sevgiyle kucaklarız, saygılarımızı iletiriz. Yakında kavuşmak umuduyla...
Oya Baydar.”
28 Nisan 1991, Cumhuriyet