Taşlamalar...

Önce okurlardan, bir küçük olayda, Cumhuriyet adına özür dilemeliyim. İki gün önce perşembe günü, “Ankara Notları”nın günüyle, sevgili Mehmed Kemal'in “Politika ve Ötesi" yazısının günleri karıştı. "Ankara Notları" çıkacakken o gün, “Politika ve Ötesi" çıktı. Bana çok düzel yani “normal” geldi bu. Geçmişte de pek çok örneklerini yaşamıştım. Yanlış yapmak bizler içindir. Uçakların kalkmaması nedeniyle doğan aksaklıktan dolayı, o gece eve bir gün sonrasının yani perşembenin gazetesi de gelemediğinden, yanlışı -bir yerde- düzeltme olanağı bulamadım. Düzeltmeyi çok severim; yazar olmasaymışım, düzeltmen oturmuşum. Hangi nedenle olursa olsun, gazeteyi telefonla aradığımda santraldaki Satılmış:
Düzeltmeyi mi bağlayayım abi? diye sorar. Alışmıştır en çok düzeltme bölümünü aradığıma. Cumhuriyet’in eski Genel Yayın Yönetmeni Oktay Kurtböke:
Bizim arkadaşlar, yazıları çıktıktan sonra da düzeltseler iyi olur! derdi.
Düzeltme alışkanlığımız olsa, ülkenin işleri böyle mi giderdi? Ülkeyi yönetenlerin:
Filan işi yanlış yaptık! Ama, vardık ayrımına, düzeltiyoruz; özür dileriz! dediklerini duydunuz mu hiç? Bunu diyebilseler, işler düzelecekti bir ölçüde; çözümün doğrusu bulunacaktı. Ama, halk çoğunluğu yanlışları düzeltmesini çok iyi bilir, biliyor. Gözünü sevdiğim...
Birkaç gündür yoğun olaylar yaşandı. Haşimi Rafsancani'nin Atatürk'ün anıtgömütüne gitmeyişi, buna karşılık Mevlana'nın türbesine gidişi, utancanın (skandalın) unutulmazıydı. Yöneticiler, bundan hiç mi sıkılmadılar, üzülmediler? Bu yeni de değildi. 12 Eylül'den bu yana İslam Konferansı neden İstanbul'da toplanırdı sanırsınız? Orada Atatürk’ün anıtgömütü yok diye mi? Kenan Bey, anılarında yazsa ya nedenini... Şeriatçıları gücendirmemek için, toplantıları İstanbul'da yapmak. Halkın bunu yuttuğunu mu sanıyorlar?
İkinci önemli olay, Şemdinli Kaymakamı Erdoğan Ülker'in, İngiliz askerlerince tartaklanması olayıydı. Mahmut Makal, Köy Enstitülerinin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç'un başından geçen bir olayı anlattı. Şöyle:
Kurtuluş Savaşı yıllarında, Tonguç, Eskişehir’de öğretmenken, düşman subayları okulu basıyorlar, biri Tonguç’a bir tokat atıyor. Olaydan sonra, Tonguç öğrencilerine şöyle diyor: “Tokat yemek mağlûpların kaderidir. Bu kadere boyun eğmek istemeyen milletler, bütün varlıklarıyla bir tek çocuğu eksik kalmamak şartıyla çocuklarını çok bilgili, çok kudretli ve çok uyanık yetiştirmek zorundadırlar. Bu felakete bir daha uğramamak, milletin münevver evlatlarına ve muallimlere kalmıştır'' Makal, şöyle diyor:
Olay nasıl da benziyor? Eskişehir'deki olay yetmiş yıl sonra Şemdinli'de yineleniyor. İnsanımızı yetiştirmediğimiz için yazgımız, Tonguç'un söylediği yere varmış.
Ahmet Tahtakılıç anlatmıştı, o da Sadık Aldoğan'dan dinlemiş. Grekler, İzmir'e girdiklerinde, o zaman öğrenci olan Adnan’a (Menderes), bir Grek subayı bir tokat atar. Adnan, doğruca soluğu Afyon'da alır, bir birliğin komutanı olan Sadık Aldoğan’a. “Ben de savaşmaya geldim" der. Savaşa katılır. Aydın Menderes’e anlattım; bunu ilk kez duyduğunu söyledi...
Kuzey Kıbrıs ana muhalefet partisi CTP’nln dış ilişkiler yazmanı Fadıl Çağda’yla, Mikis Theodorakis ile arkadaşlarının dinletisine gittik. Hipodromda on binler toplanmıştı. İğne atsanız yere düşmez, herkes ayakta. Simitçi başında simit tablasıyla oyunlara katılıyordu. Otomobillerin ışıkları dans gösterileri yapmaktaydı. Murat Karayalçın, malı götürmüştü...
***
Çoktandır Hasan Çelebi'nin dizelerini, taşlamalarını veremiyordum. Okurlar soruyorlardı:
Ne oldu Hasan Çelebi'ye? Taşlamalar göremiyoruz. ... Hasan Çelebi, turp gibi sağlığı yerinde; yaşı yetmişi aşsa da genç. Duyguludur Hasan Çelebi, dizelerine de yansır bu. “İkiz Kuşku” adlı yapıtı, böyle dizelerle doludur. Son yazdıklarından biri şöyle:
“Bir ikiz kuşkuda kördüğüm olmuş konumuz, / Kim bilir nerde son istasyonumuz. / Bir saçma sapan değiş tokuştur gidiyor / Başlangıcımız yok ki bilinsin sonumuz."
Dolu dolu yaşamayı, ancak sevgilerde bulur. Şöyle der:
"Kimi gırgır kimi hırhırla gelip geçti ömür, / Kaç adım kaldı son istasyona? “Çok çok on adım." / Kapanıp sevmediğim günler uçup gitti boşa, / Sevdiğim gün iki üç mevsimi birden yaşadım."
Hasan Çelebi, aruz ölçüsüyle yazar. Çoğu dizeleri öyledir. Uzun yıllar Necip Fazıl'la birlikte çalışmış, yakından tanımış, görmüş onu. Necip Fazıl'ı onun bildiği gibi bilen herhalde çok azdır. Icığını cıcığını da bilir. Adnan Menderes’ten nasıl parasal yardım aldığını, Büyükdoğu'yu o parayla çıkardığını bilir. Necip Fazıl, bu paraları “örtülü ödenek"ten almıştır. Hasan Çelebi’ye de:
Adnan Menderes'i hamur yapıp yoğurmuşum; ona istediğim biçimi vereceğimi der. Ben onu kullanıyorum, demek ister.
Necip Fazıl, Adnan Mendereste yaptığını, Hacı TÖ'de de denemek istemiştir. Ona, “solucan politikası”nı önermiştir.
Hasan Çelebi'nin yayımlanmamış taşlamaları çok serttir Attıkları taş değil, birer omuz kayasıdır sanki. Altında kalanın canı çıkar. Bir örnek:
“Azdı emdikçe vatandaş kanını / Nasıl itleşti o pis tahta biti; / Suçludur bizce bu itten daha çok, / Böyle ipsiz bırakanlar bu iti.”
Bir başkası, şöyle:
"İyilik öldü... Zulüm, öfke ve kin kol geziyor / Şantaj, yalan, aldatmaca en zorlu din oldu; / Çünkü en başta durandan alınır yön ve hiza; / En başta duran soytarı bir Rasputin oldu."
Hasan Çelebiler, Eşref soyundandır. Bir de Mustafa Eşrefimiz var. Çoktandır göremiyorum; gün gelir ondan da yazarımm. Ozanlar, taşlamacılar da yazarlar gibi halkın sözcüleridir.