Çoktandır görüşemiyorduk; yaşamının büyük bölümünü yurtdışında geçiriyordu. Kaç kez telefonla aradım, bir türlü bulamıyordum. Umudumu artık kestiğim bir sırada telefon çaldı. Telefondaki sesi, adını söylemese de tanıyordum. Adını da açıklamak istemiyorum. Hacı TÖ’nün yakınıydı; eski politikacı...
Beni aramışsınız, dedi, bu gazeteciler hayır için aramazlar, ama Mustafa Bey'i severim bir arayayım dedim...
Çoktandır sizin için bir şey yazmadık, yazdık mı? Bana bir telefon numarası verir misiniz, sizi nerede bulabilirim arayınca?
Hani güzel bir söz var, Ziya Paşa'nın mıdır? “Çekildik izzet-ü ikbal ile bab-ı hükümetten” demiş ya (Kahkahalar... Ziya Paşa'nın değil. Namık Kemal’in ya neyse!) Türkiye'de, yarı zaman bulunuyorum Mustafa Bey; İslâm Kalkınma Bankasının görevleriyle ilgili çalışmalar yapıyoruz. Yalnız sizin bulduğunuz numara, bir hayır vakfımız var, onun numarasıdır. Ben sizin yazılarınızı okuyorum, tabii her şeye katılmak mümkün değil, ama zevkle okuduğumu söyleyeyim. Eski dostluğumuzu da hatırlıyorum. Tabii bazı meselelerdeki görüşlerimiz farklı olabilir...
Tabii, biz de yanılabiliriz, bizim yanılgılarımızı okurlarımız bağışlarlar. Çünkü, bizim gazetecilik yaparken bir çıkarın arkasında olmadığımızı bilirler...
Bizim bir rahmetli hocamız vardı, “İyi bir Müslüman, derdi, herkesle ülfet eden, ülfetin bugünkü adı ''diyalog" galiba, diyalog tam karşılamıyor ve herkesin onunla zevkle ülfet ettiği bir kimse olmalıdır” derdi. "Müslümanın misyonu herkese hayırlı olmaktır" derdi. Şimdi ben, dostları hatırladığım zaman, müşterek olan çok şeyimiz var efendim.
Tabii...
Yani, insanlık ortaklığımız var, bir de çok şeyi paylaşmışız, vatanımızı paylaşmışız, değer yargılarımızın çoğunu paylaşmışız. Ben insanlara hep sevgiyle gittim. Üzüntüyle gördüğüm, özellikle politika hayatında, insanlar ayarları mı bozuluyor, ne oluyor yani, geçici birtakım hedefler için birbirlerini fevkalade, ortamı da bozuyorlar, insanların dünya görüşlerini de olumsuz etkiliyorlar. Yani, beni rahatsız eden Türkiye'ye her geldiğimde, ortamı çok... şey buluyorum efendim. Bir kelime var, Türkçesi, tam “aşındırıcı” diyelim, "abrasive" derler, yani insanlar birbirlerini aşındırıyorlar. Böyle, saygı duyacağımız adam bırakmıyorlar. Bilmiyorum bunu anlatabiliyor muyum?..
Türkiye şimdi, bir küsler dünyası gibi!
Efendim, çok kötü. Ben, bakın yurt dışında çok geziyorum; Rusya’ya da gittim bu son, ordaki toplumları da gezdim, yani kanaatim şu: Biz Türkiye’de bir kötü ortam doğurmuşuz... Son politik şeylere bir bakın, işte Türkiye bir seçime gidiyor... Bilmiyorum ne olacak?
Onu soracaktım ben de size, bir tahmin yapabilir misiniz?
Efendim, bir tahmin yapamıyorum. Çünkü ben, uzağındayım yani, tahmin de yapamıyorum. Yalnız "koalisyon" şeyine ben de katılıyorum. Yani, bir partinin tek başına iktidar olmasını mümkün görmüyorum. Siz görüyor musunuz?
Hayır!
Yani, hiçbir parti tek başına...
Yalnız, benim düşündüğüm şu, koalisyon olacaksa; siz söylediniz biraz önce...
Bizim koalisyon tecrübemiz şunu gösteriyor: Tabanları farklı partilerle koalisyon yapmak doğru oluyor. Tabanları aynı olan partiler, koalisyonda çok problem oluyor. Bilmem anlatabildim mi bunu?
Peki, ama “Aman koalisyona gitmeyelim!” dernek, bir diktatörlük değil midir? Anlaşın!
Ben, o hususta tabii, o münakaşaya girmem. Benim ordaki görüşüm şu: (Onu benden yazma) benim gördüğüm, Türkiye’nin siyasal sistemi, insanları diktatör haline getirtiyor. Koalisyonlar döneminde diktatörlük dozu azalıyor; tabii, bir parti tek başına iktidar olamayınca...
Tabii...
Mesela biz şimdi başkanlık sistemine karşıyız, diyoruz ki "Başkanlık sisteminde bir kişide çok yetki toplanır, şu olur bu olur" değil mi efendim?
Evet!
Fakat benim gördüğüm, tek başına parti olarak iktidara gelen üç parti vardır; Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, bu üç parti için de söylüyorum, bunların başbakanları, belki o korktuğumuz başkandan daha fazla otorite ve dikta kullanmışlardır, öyle mi değil mi?
Doğru!
Meclis kişiliğini kazanamamıştır. Yani temsilciler meclisi gibi vatandaşı temsil eden değil de iktidarın bir uzantısı haline gelmişlerdir. Yani, bilmiyorum bunu anlatabildim mi? Dolayısıyla ben her zaman şeyi savundum, milletvekilinin kendini ve seçim bölgesini seçme imkânını ondan almamak lazım. Demokrasinin temeli budur. Ve eğer bu olursa, milletvekili seçmenine dönük bir politika izler de bu zaviyeden savunma yaparsa, demokrasinin temel taşı konmuş olur. Bizim sistemimizde, gerek seçim sistemi, gerekse işte, dediğiniz bu parti oligarşisi, şusu busu, buna imkân vermiyor. Milletvekilleri maalesef, seçmenlerinin değil, kendi üst hiyerarşinin diktası altına kaçınılmaz bir şekilde giriyorlar. Bunu ben, hatta, muhalefet partilerinde de görüyorum. Siz de izliyorsunuz. Ve burda demokrasiden bahsetmemiz mümkün değil. O zaman bu başka bir şey oluyor. Benim oldukça kısa, yedi senelik bir politik hayatım var; benim en büyük rahatsızlığım bu oldu. Kendi partimde de bunu savundum. Özür dilerim, uzun söyledim ben...
Estağfurullah! Yalnız şey var; “Biz koalisyonlarla idare edemeyiz” dernek yanlış değil mi? “Biz diyalog kuramayız…”
Türkiye'nin koalisyonlar mevzuunda, deneyimlerinin güzel tarafları da var, hatalı tarafları da var. Ben, Halk Partisi'yle yaptığımız kısa koalisyonda, yani bunu her zaman söylüyorum, eğer Sayın Ecevit, o son Kıbrıs harekâtından sonra bir hareketlenip şeye gitmeseydi, bir de o harekâtın nimetleri partiler arasında dengeli dağıtılsaydı, Ecevit tamamını kendine aldı o harekâtın, Hoca’ya bir şey bırakmadı! Görünüm öyle oldu. Hoca da bundan rahatsız oldu. Hatta ben o zaman işaret ettim, Orhan Birgit'ti sanıyorum, basın-yayın bakanı, dedim, ‘‘Orhan, yanlış yaptınız!” yoksa o koalisyonun kurucularından biriyim, isteksiz olarak girdim, fakat zıt fikirlerin sentezine güzel bir metot getirmiştim... Zannediyorum Ecevit’i şaşırttılar. Ecevit’e son gece bir sulh taarruzu yaptım; evine gittim, dedim ki: “Sayın Ecevit, yarın belki siz istifa edeceksiniz; bu iş bitiyor, yalnız çok yanlış olduğunu söyleyeyim!” dedim...
8 Eylül 1991, Cumhuriyet