Yavaş Yavaş....

Salı günü, Cumhuriyet'in ikinci sayfasında, Ahmet Cemal’in yazısı ne güzeldi. Cumhuriyet’le çalıştığım için kıvanç duydum. Ahmet Cemal, Cemal Paşa'nın torunu. Şöyle demiş yazısının bir yerinde Ahmet Cemal:
“Cumhuriyet bugün bir anlamda yalnız değildir, içinde yaşadığımız ve ne yazık ki gittikçe daha yoğunluk kazanan bir kaosun ortasında, hala bir yerine iki gazete alan okuyucusunun varlığıyla ve son olarak bir avuç çalışanının ancak kahramanca diye nitelendirilebilecek direnciyle, yalnız değildir. Buna karşılık, ayni Cumhuriyet her gün Cumhuriyet bugün acaba ne kadar tiraj kaybına uğradı' sorusunu, görkemli binalarının görkemli odalarında, yüzlerinde gülücüklerle ellerini ovuşturan başka gazete yöneticilerinin varlığı bağlamında. Cumhuriyetin 'haline' ancak akşam üstleri, bar köşelerinde acıyabilen' aydınların (!) varlığı bağlamında, son olarak kurumlaşma kavramına hala bu kavramın güncel ve cepse! esintilere göre içerik değiştirebileceğini sanacak kadar uzak olanlar bağlamında, yalnız bırakılmış bir gazetedir..."
Bir yazın, bir felsefe adamı olan Ahmet Cemal’in yazısını kesip sakladım. Aynı günkü, "Özgür Gündem"de, Haluk Gerger'in "Basına Bak Basına..." başlıklı yazısı da ilginçti. Haluk Gerger de benim gibi yurtdışındaymış. Şöyle anlatıyor dönüşünde gördüklerini:
'Kahraman Türk basını’nın kültüre karşı son seferinin ‘ansiklopediler savaşı’ sırasında yurtdışındaydım. Döndüğümde. meydan savaşı bitmiş, küçük muharebeler sürüyordu.
Milliyete göre Sabah ahlaksız, onursuz, üçkağıtçı, düzeysiz!
Allah, Allah, Allah...
Sabah'a göreyse, hem Milliyet, hem Hürriyet yalancı, şerefsiz, sahtekar!..
Vay, vay. vay...
Bir yazar ötekini muhbirlikle, kıskançlıkla, yalancılıkla suçlamış.
Tövbe, tövbe, tövbe...
Azerbaycan'a giderken birçok arkadaşım şöyle diyordu:
Senin izlenimlerin çok önemli, onu gözleyeceğiz!
Elimi attığım yerden bir şeyler geliyordu. Frankfurt'ta oturan Enver Altaylı. Özbekistan Cumhurbaşkanının başdanışmanı mıymış? 21 Martta toplanacak Büyük Kurultay'da, Alpaslan Türkeş, "Hakan" mı ilan edilecekmiş? Azerbaycan İçişleri Bakanı İskender Hamidov, "veliaht" mı olacakmış? Türkmenler, Özbekler'e kızgınmış. Elçibey, Özbekistan. Kazakistan uçaklarını indirmiyor muymuş Bakü'ye? Bir Türkmenistan uçağı mı iniyormuş?
Söylentiler çeşitli: Azerbaycan’daki “Bozkurtlar"la, Türkiye'dekilerin bir bağı yokmuş; İskender Hamidov:
Bu sadece bir simge, bizim simgemiz sembolümüz diyormuş.
Biz Azerbaycan’a varmadan Gence'de bir "Bozkurt" anıtı açılmış. Burada anlatıldı ki Azerbaycan "demokrasiye doğru" gitmektedir. İran'ın "dinci yolunda" değildir. Bakü'de "Zaman" gazetesi, çok yere parasız dağıtılıyormuş. Evlerinde kadın-erkek votkalarını yudumlayarak "Zaman"a bakıyormuş. Bakıyormuş diyorum, Azerbaycan'da hala Kiril ABC'si geçerli; karar verdiler arta, Latin ABC’sini tam anlamıyla uygulamaya başlamadılar. "Yavaş yavaş" diyorlar, "zamanla olacak".
Bakü'de, Türk ülkeleri kültür bakanları toplantısında, arada Bakü'nün kalelerini, eski yapıtlarını da gezdik. Minibüsle dolaşırken Reyhan Hanım, bize bilgiler verdi. Kırmadı, güzel sesiyle şarkılar söyledi. Bir de Azeri fıkrası anlattı. "Yavaş yavaş" üzerine. Azericede 'Yezne'' enişte demekmiş. Bir fabrika müdürü, fabrikasının yandığını duyunca, yeznesini, yani eniştesini gönderir olay yerine; dönüşünde:
Yezne, yavaş yavaş söyle ne yandı?
Bilüsren, senin o idare yandı!
Nece (nasıl) yandı?
Yavaş yavaş yandı!
Orda, garajda kırk tene maşin (makine) vardı?
Onlar da özümçin çırtta pırtta yavaş yavaş yandı!
Hay berekallah! Vay görirsen, yahşi danışırsan, yavaş yavaş danışırsan.. Sonra ne yandı?
Sonra, yavaş yavaş ben de yangın söndürenleri çağırdım; onlar gettiler ora, onlar yavaş yavaş gettiler ora, ben de yavaş yavaş geldim bura.
Sonra ne oldu?
Sonra o od (ateş) geldi senin idarene. Orda sen oturursen. O da yavaş yavaş yandı.
Niçin yandı yavaş yavaş? Orda benim makintoşum (paltom) vardı. O da yandı?
Yandı. Her şey yavaş yavaş yandı. Ama, senin makintoş, birden alevler tuttu yandı.
Ahhh, yandı demek, makintoşum yandı! Adamın yüreğine iner, yeznesi (eniştesi) nabzım tutar, saymaya başlar:
Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on, on bir, on iki, on üçü demirem... On yeddi, on sekkiz, on dokkuz... Yirmi beş, yirmi altı, yirmi yeddi, yeddi.. Yavaş yavaş getti!
(Fabrikatörün ölümüne neden olan makintoş, bir İngiliz paltosuymuş, 1960’lı yıllarda çok modaymış. Fıkra onun üzerine söylenmiş.)