Dil Bayramı’nda, Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü’nü “Günbatımı Öyküleri” yapıtıyla alan Hikmet Erhan Bener’in yapacağı konuşmayı merak ediyordum. (Erhan Bener, bu yıl 28 haziranda verilen Yunus Nadi Ödülü’nü kazananlar arasındaydı.)
Sıra, onun konuşmasına gelmişti. Erhan Bener, oldukça heyecanlıydı; konuşmasına şöyle başladı:
“Sayın Başkan, değerli konuklar, Türk dilinin ödeneksiz ve ödünsüz savaşçıları, hoşgeldiniz!” (Alkışlar)
Erhan Bener, bundan sonra açıldı, şöyle dedi:
“Ben, şunu belirtmek istiyorum: ödül töreninde, ödül alanın öyle uzun uzun konuşması pek alışılmış bir şey değil. Bugün aslında, bir ödül töreninden daha önemlisi, Dil Bayramı’nı kutladığımızı düşünerek. Dil Derneği’nin bir üyesi olarak konuşmak istiyorum...
Konuşurken, Türk Devleti’nin kurucusundan, özellikle ve bilinçli olarak ‘Atatürk’ diye söz edeceğim. Gazi Mustafa Kemal olarak değil.
Mustafa Kemal kadar olmasa bile, büyük askerler yetişmiştir; büyük devlet adamları yetişmiştir. Ama bir ulusu, bütün bir Batı’nın yüzlerce yıl uğraştıktan sonra ulaşabildiği uygarlık düzeyine çıkartmak için devrimleri yapmak üzere ortaya atılan ve bunu başaran pek az insan vardır. Ve o insana o ulusun atası unvanını vermek, herhalde ancak O’na layık olacak bir şeydir.
Dil devriminden söz ederken, görüşlerimi şöylece özetlemek istiyorum: Atatürk, kendisine amaç olarak elbette bağımsızlığı seçmiştir, ama onun da belki üzerinde. Türk ulusunu çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkartmayı hedef olarak almıştır.
Bir ulusun çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması, hatta onu geçmesi, onu o düzeye çıkartmak için eteklerine bağlanmış olan taşlardan kurtarmakla olasıdır. Bu taşlar nelerdir?
Batı ile Türkiye arasında bir karşılaştırma yapacak olursak. Batı bunu, bizim ‘Rönesans’ diye bildiğimiz, ‘yeniden doğuş’ hareketiyle başlatmıştır. Türk ulusunun da böyle bir yeniden doğuşa gereksinmesi vardı. İşte, devrimler bu amaca yöneliktir. Ve bu amaca yönelik olan, yapılan devrimlerin en önemlilerinden birisi, hatta belki başlıcası Dil Devrimi’dir. Neden? Dil bir kere, insanların birbirleriyle anlaşmasını sağlayan belki tek öğedir. Ama bu öğe olmasının yanında, insanları bağlayan da bir öğedir. Ve bunu pek çok kişilik, pek çok devlet, çok iyi bildiği için dil yoluyla başka ülkeler üzerinde egemen kılmasını bilmişlerdir. Büyük Osmanlı İmparatorluğu, diğer bütün büyük imparatorluklardan farklı olarak, işte bu silahı kullanmasını bilmediği ; gibi, tam tersine başka bir gücün, başka bir inancın etkisi altında, o inancı temsil eden dilin esiri durumuna girmiştir.
Çok daha açık bir ifadeyle şunu söyleyeyim: Türk toplumunun çağdaş uygarlık düzeyine çıkmasını engelleyen dildir, en başta dildir. Dil, Osmanlı toplumun da kutsal bir dil olarak her şeyin önüne geçmiştir. Bütün yenilik hareketlerinin önüne geçmiştir. İşte, dil devrimiyle, Atatürk’ün düşündüğü, öteki devrimleriyle bir arada düşünüldüğünde, laik bir devlet ama, daha da önemlisi, laik insanı yaratmak olmuştur. Bir politikacımız laf etmiş bir ara, ve ‘Devlet laik olur ama, ben laik değilim!’ filan demişti. Halbuki ben tam tersini düşünüyorum: devletler belki laik devlet olmayabilir, ama eğer o ulus kişileri laik kafada iseler, devletin laik olup olmaması o kadar önemli değildir. Onun için laik insanı yaratmamız gerekiyor. Laik insanın yaratılması da bütün bir devrimler silsilesini gerçekleştirmekle mümkündür. Biliyorsunuz, ‘gardrop Atatürkçülüğü’ diye bir laf çıkmıştı; işte şapka devrimi, kılık kıyafet devrimi, işte ‘Ne gereği var? Herkes istediği şapkayı kafasına giysin’ gibisine. Bütün bunlar, aslında o laik insanı, laik devleti yaratmanın öğeleridir. Elbette, eğer Türk toplumu Batı’nın yaptığı gibi bir rönesans hareketini gerçekten başlatabilirse, ondan sonra, orda olduğu gibi, herkes istediği gibi giyinsin, istediği gibi konuşsun; bunlar ancak, o düzeye ulaşmış toplumların hak ettiği özgürlüklerdir diye düşünüyorum. Bu toplumu, her şeyden önce, laik insanlar toplumu haline getirmek zorundayız. Bunun için de en başta dilimizi bağlarından kurtarmamız gerekir diye düşünüyorum.
Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum “(Uzun alkışlar)
H. Erhan Bener’in de konuşmasıyla, Dil Bayramı sona erecekti. Dil Derneği, salona girenlere, daha girerken, şeker vermişti! Atatürk’ün kalıtı rafa kaldırıldıktan sonra, parasal güçlüklerle oluşturulan Dil Derneği, izleyicilere buncağızı sunabilmişti, ne yapsın? Bayramı kapatırken, bayramın sunucuları, son sözü söyleyeceklerdi. Pınar Göksan Aker-Fatih Aker çiftinden Fatih Aker, şöyle dedi:
“Yazın yaşamının 51. yılında Sayın Erhan Bener, hepimizin de anladığı gibi, alnı açık ve yine de biliyoruz ki bu anlatıdan çıkacak olanlar yazılara, kitaplara dönüşecek. Kendisine buradan uzun ömürler diliyoruz.”
Daha sonra, Pınar Göksan, Dil Bayramı’na gelen iletileri okudu. Bana ilginç gelen iletiler içinde, 91 yaşındaki Dil Derneği üyesi Prof. Melahat Özgü’nün ileti yollamasıydı. Genç gazetecilik yıllarımda, Melahat Özgü ile konuşur, haberler hazırlardım.
Fatih Aker, bayramın sona erdiğini açıklarken İsmet İnönü’nün “Bir ülkede namuslu insanlar, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o ülke için kurtuluş yoktur” sözünü anımsattı: şöyle dedi:
“Bir ülkede dilini iyi bilen insanlar, en az bilmeyenler kadar cesur olmadıkça, bizim ülkemizin dili de kurtulacağa benzemiyor. Cesur olmak zorundayız ve meydanı onlara bırakmayalım diyerek sözlerimize son vermek istiyoruz.” (Alkışlar)
Ödül törenine, Erhan Bener’in ağabeyi, öykülerini yıllarca zevkle okuduğum Vüs’at O. Bener de gelmişti, onu da kutladım!